Biz varolan konserin sadece notalarıyız.
Kendimizi çalmazsak, çalan olmaz.
Mozart in the Jungle; Eski bir dizi ama ben ancak vakit ayırıp bahar havası hastalığıyla yatak döşek zamanımı renklendirebildim.
Klasik müzik seven biri olarak içinde biraz sex, biraz uyuşturucu ama çoktan fazla gerçeklerle yüzleşmek olan bu diziye fena yapışıp kaldım.
Dizi bir NewYork Filarmoni orkestrasının etrafında geçiyor. Klasiktir insanın kendisini orkestraya benzetmesi. Bir sürü enstruman; beyinimiz, yüreğimiz, sinirlerimiz, kaslarımız, hücrelerimiz vs. vs.
Herbirinin bambaşka bir sesi ve bütünü oluşturan bambaşka yetenekleri var. Hepsi
bir bütüne servis veriyor. Mükemmel işleyen bir bütüne. Bir tanesi bile hafif
detone olsa, orkestranın harmonisi bozuluyor. Tıp doktorlarının,verilen ilaçların ve öngörülen tedavilerin hepsinin
tek amacı bu muhteşem orkestrayı hep en
mükemmel şekilde çalmasını sağlamak. Ancak adına HAYAT dediğimiz o özel senfoni,
bazen bizim çaldığımız müziği beğenmediğimizi gizlice Meastro’ya fısıldayıp şikayet
ettiğimizi, hatta hain senfoni diyerek kızıp notaları yere fırlattığımızı bile
söylüyor.
Işte bu bu diziye neden bu kadar takıldığımın cevabı bu soruda saklı:
Her çalınan senfoni mükemmelse neden Maestro’ya beğendiremiyoruz?
Ya da daha ötesi, dinleyenlerin algısı kadar iyi çalıyorsak neden Maestro
beğenmedi diye kötü çaldığımızı düşünüyoruz?
Ya da daha daha ötesi, kendi sessimizi neden yeterince iyi bulmuyoruz?
Ve en son noktada ki sorum ise, bu harika senfoniyi çalma yeteneğiyle doğduysak, neden en güzel haliyle çaldığımıza inanmıyoruz?
Derken dizinin bir bölümünde çalmaktan ve aynı tekrarları defalarca
yapmaktan bıktığından orkestra üyelerinin artık güzel çalmamaya başladıklarını
farkeden Maestro onları NewYork’ta bir evin avlusuna doluşturur. Akustik bile
yokken nasıl iyi çalacaklarından habersiz üyeler çaresiz Maestro’yu takip
ederler.
Avluya varınca Maestro der ki:
“Hepizini gerçekten harika
sanatçılarsınız, enstrumanlarınızla bir bütünsünüz ama içinizde hayat coşkusu
yok, kanınız kaynamıyor çalarken ve hissetmiyorsunuz müziğin gücünü. Şimdi sizi
o bildiğiniz üstü kapalı konser salonundan çıkarıp doğanın bambaşka seslerin
olduğu açık havaya getirdim. Herkes bıraksın enstrümanları yere ve lütfen
içinizdeki müziği hissederek çalın.”
Ve herşey değişiyor. Mutsuz notalara coşku doluyor ve ortalık şenleniyor.
Herkes içindeki heyecanı yakalıyor ve hep birlikte nefis bir sonuç
çıkartıyorlar. Oysa tek bir ses bile yok ortada. Yok mu acaba?
Derken Maestro’nun gülen yüzü ile herkes enstrümanları ellerine alıyor ve
sonuç ortada…
Teslimiyet, inanç ve tebdili mekan bakış açımızı değiştirir.
Tekrarlardaysak ki ben böyleyim bu aralar, muhakak yer değiştirip bakış açımızı
değiştirmemiz gerek diye fısıldadım kendime.
Ancak dizide beklenmeyen bir sonuç beni bekliyordu. Avluyu poliser basıyor
ve yasadışı toplanma sebebiyle ile kamuya ait alanı işgal ettikleri için tüm
orkestrayı tutukluyor. Işte bunun adı HAYAT. Tabii ki sonuç kefaletle
serbestlik ama olsun içinizdeki müziği duyamadığınızı farkediyorsanız her yol
mubahtıra baş vurulabilir.
Alt tarafı bir dizi demeden seyredince ne güzel keşifler çıkıyor.
Hadi ben diziye devam bakalım daha ne yazılar çıkar.
not: bir sonraki konu "Ne istiyorsan onu YAŞA" galiba...