17 Aralık 2024 Salı

Işıklar ve Umut


Ateşkes yapılmadan önce daha fazla  bomba atılabilir diye okuyorum sosyal medyada uçuşa 48 saat kala. Kuzenime yazıyorum inşallah sağ salim uçacağım diye. Arkadaşımda kalacağım Cumartesi gecesi, yatak yapma bekle diyorum. Annemle ve kuzenimle bulusacağız, uçamazsam iptal edersiniz sizde diyorum. Geride kalanlar için alışveriş yapıp buzdolabını dolduruyorum ama uçamazsam kendim pişiririm diyorum. Memleketli arkadaşlar iyi yolculuklar yazıyor, inşallah diyorum.

Siz hiç böyle bir tatil planladınız mı? Ya uçamazsam adlı planlarınız oldu mu? Israel vatandaşıysanız bu günlerde böyle. El-Al tekelinde uçabilme lüksümüz azami korumalı ve en kötü servisli olsa da eldekine şükür diyoruz bu günlerde. Acılı, umutların kırık, rehinelerin hala karanlıklarda olduğu 400küsür gün geride kalmışken, ben kendime 15 gün hediye ediyorum. Biraz çalışıp biraz ruhuma keyif için uçabilme umuduyla.

Ve sonuçta oldu da bitti maşallah kıvamında  3 kere iptal etmek zorunda kaldığım Londra’ya sirensiz ve sorunsuz, hemde tam Noel arifesi uçabiliyorum.



Suzi ( Bana göre ZUZU) ve ben aynı tarihte doğduğumuz topraklardan göç ettik. O ağlayarak geride bırakırken eskiyi, Ben güle oynaya yola çıktım. Ben hayalime göç ederken, O korkularıyla yola çıkmıştı. Aradan geçen 6 senede O, 1 kere bana gelebildi; bense hiç varamadım ona.

Zaman içinde hepimiz yeni topraklarımızla uyumlandık, simdilerde o gülerken, Ben çokça göz yaşı döker oldum. O, korkularını yenerken, Ben nice acabalar ekledim yaşama. O, ormanlarda yürürken, Ben denizlerde yüzdüm. O, ailesi icin kariyerine ara verirken, Ben ailem için azami zorluklarla baş ettim. O, kendi köşelerindeki gücünü keşfederken, Ben bildiğim gücümü katladım. O, çocuklarıyla yeni yaşama uyumlanırken, Ben yetişkinliğe giren ikizlerle derinlere indim. Ikimizin ortak noktası özlemdi. Ailemize, dostlarımıza ve bildiğimiz yaşama, lezzetlere, kelimelere. Yeni dostluklarımızla kör noktalarımızı tanırken, ülkelerimizin iklimleriyle dolaplarımızda kıyafetler değişirken, kendimizin de değiştiğini kabul etmişiz. Bu tatilde bunları konuşurken ikimizde cok heyecanlıydık çünkü başarmanın, uyumlanmanın keyfini sürdüğümüzün farkındaydık.  Olan, kolay olmuyor diyoruz ama olunca güzel oldu diyoruz. Güzel olunca da iyi ki diyoruz.


Işıklı Londra sokaklarında ilk farkındalık güler yüzlü insanlar. Kimsenin itişmediği, yüksek sesle konusmadığı, Asya’lı, Afrika’lı, Orta Doğu’lu, Hint’li karmaşası kafamı alsa da, merkez Londra’da en çok konulan isim Muhammed olsa da, din, dil, ırk farklılığının hikaye olduğuna inanmak istiyor zihnim.


Bir yerde rehinelerin posterleri, sarı kurdeleli ağaçlar, öte yandan Stop Genocide, Viva Palestine.



Vitrinler yeşil- kırmızı- altın rengiyle pırıl pırıl. Her yerde boyumdan büyük ışıltılı yıl/başı ağaçları.
Markaların büyüleyici yaratıcı dış mekan giydirmeleri, emperyalist pompalamanın en yüksek seviyesindeki alışveriş çılgınlığıyla gayet iyi uyumlanmış. Yürürken omuz omuza çarpıştığın insan yığınları, ellerindeki telefonlarla her anı paylaşan tiktok, instagram, facebookculara sınırsız ortam sunuyor şehir. 


Harry Potter çılgınlığı  sınırsız. Peron 9 3/4’te fotograf
çektirmek için en az 1 saat beklemeyi göze alamayan ben, turist tuzağı dükkanların büyüsüne kapılarak, sokakla dükkanlar arasında çılgın bir oyuna dahil oluyorum. Içeri dışarı, şapka atkı çıkar giy hallerimden yorulana kadar oyundayım. Metrolarda cep telefonlarına yüklenmiş kredi kartı ile hızlı geçişler, daracık merdivenlerde soldan yürümeler ve kornasız şehir bana keyif katıyor. 


                

Şahane bir kaç sergi Frameless, Tim Burton, Tate Modern ile ruhum eğlenirken,  asıl en muhteşem olan an geliyor ve Türkiye’ye uçamayan ben, annemle Londra’da buluşuyorum. Annem hayatında hiç babamsız seyahat etmemiş. Edemem, deyince imdadına kuzen yetişiyor. Ilo istemem yan cebime edasıyla 2 yaşındaki Leo’yu geride bizim için bırakırken, aksilenir, telefona cevap vermez ama sen elin kolun hediyelerle dönünce ara kapanır diye onu teselli ediyoruz. Hepimiz tecrübeliyiz ne de olsa. Çocuksuz bir kaç gün biz onu çılgın gibi şımartırken, Zuzu ve  annem de beni şımartmakla meşgül oldular.


Işıklar arasında, kare AS şeklinde çılgın bir yürüyüş  parkuruyla, sokak süslemeleri ve Noel pazarlarını kısacık zamanda yaşamlarımıza katıyoruz. Gülümsememiz ışıklardan, ışıklar umuttan. Nasıl bir dünyada olduğumu sorgular buluyorum kendimi. Buradakilerin savaştan haberi yok. Neden olsun ki, di mi?

Dükkanda çalan yangın alarmını bomba alarmı olarak algılayan zihnim ‘ içerde kal ve güvenli odaya gir hemen’ derken, beni kolumdan çekiştirerek  zorla dışarıya çıkarmaya çalışan kuzenimi  anlamakta zorlanıyorum. Polis ve ambulans sireninde, acaba hangi şehirde düşüş oldu? Kim bıçaklandı, nerede ateş açıldı? Kaç ölü var diye korku ile beklememeyi anlamakta zorlanıyorum. Ana haber bülteninde kaç asker düştü? Hangi şehirlere olağan üstü hal geldi? Son zamanlarda artan Anti- Semitizm’i duymamayı anlamakta zorlanıyorum.

Işıltılı ağacın tepesindeki yıldıza bakıyorum. Pırıl pırıl. Kendimi paralel evrende hissediyorum. Soğuk ve çiseleyen yağmurla ülkenin her yerine özgürce gidebilmenin lüksünü içime çekiyorum ve diyorum ki umut var. Yaşam değerli, başaracağız. Dünya bizden nefret etsede, insanlık bizi suçlamaktan vaz geçmese de, soğuk ve davetkar Londra bana yaşam umudumu geri verdi. Anneme sevgiyle sarılmak yüreğimi ısıtırken, bu evrende sevginin gücüyle birbirimizi anlayabilsek ne güzel şeyler olabileceğini yeniden hatırlattı.

Bu güzel tatilin içine 40yıllık dostum ve onun dostlarıyla geçirdiğim anlarda eklendi. Köklü dostlukların degerini hatırlarken, göçmenseniz  zamanla arkadaslarınız aileniz olur kuramını bir kere daha teyid etmiş oldum kendime. Masalarındaki hindi, kuru fasulye ve içkileri paylaşırken,  her evin kendi kedisi, köpeği, sincapı, saksağanı ilede tanışma şansım oldu. Parallel evren dediğim bu anlarda sanki ben, Ben değilmişim gibi hissediyordum. Sanki sonsuza kadar bu yerde kalıp aptalca gülümseyecekmişim gibi geliyordu. Meğer ne zormuş savaş ülkesinde yaşam.

Harrods’da fenalık geçiriyorum. Pahalı markaların ve labirent gibi başka pahalı markalara bağlanan koridorlarda yüzümü yıkamak için tuvaleti bulamıyorum. Sıcak ve kalabalıkla sınanan ruhum bana bu evrendeki seviye farklılığını suratıma çarpınca fenalaşıyorum. Nasıl dışarı attıysam kendimi, soğuk çarpmasından mı yoksa yüzüme yağan damlaların rehine ailelerinin göz yaşlarıyla özleşlendiğinmidir midem bulanıyor.  Dünyanın umurunda değiller mi? sorusu rüzgarın sertliğinde yüzümde patlıyor. Sıcak çikolata kurataracak beni ama sıra en az 1 saat. Ne de olsa instagramda en popüler yer olarak pinlenmiş. 

Bir başka pinlenen yere biz gittik ve kurban olduk diyebilirim. Sunumlar harika, lezzetler felaket, fatura fahiş. Aman ha influencerlar kazanacak diye yorumları okumadan sakın gitmeyin. Bu dönemde AI ve influencerlarla yaşamın gerçekliğini kaybetmek çok kolay. Öyle bir koyuyorlar o fotoları sanırsın melekler havada uçuyor, otobüsten başka altından araba geçmiyor. Yalan kulliyen hemde, çarpışmadan yürümek imkansız, sanki bütün dünya Oxford Street’te adeta.

Müzikalsiz olamazdı, olmadı da zaten. İlk seçim Wicked oldu. Ben gerçeklikten kopmaya, çolağan üstü sahne dekoru ve şarkılarla masal alemine ineceğimi sanırken  konusunun Anti Semitizm üzerine olduğunu bir paylaşımda okuyorum.

Wicked, Gregory Maguire'ın (kendisi Yahudi değil) aynı adlı romanından uyarlanmış olsa da, müzikal New York’lu iki Yahudi olan Winnie Holzman ve Stephen Schwartz tarafından ortaklaşa yazılmış. Konudan bahsedelim. Bugunlerde yayinda olan filmide seyredenler olmustur aranizda. Büyücü'nün baskıcı rejimi altındaki Oz'u konu alıyor ve birçok okuyucuya göre, Üçüncü Reich dönemindeki Nazi faşizminin gündemine, ideolojisine ve politikalarına gönderme yapıyor. Metnin tiyatro uyarlaması açıkça Holokost temalı olmasa da, önyargı ve toplumsal reddedilme temaları müzikale taşınmış ve tartışmasız bir şekilde Yahudi hissettiriyor. Şovda, 'Halkın sadece gerçekten iyi bir düşmana ihtiyacı var. Bir günah keçisine ihtiyaçları var' diyen bir replik bile var. Tarih boyunca, Yahudiler o günah keçisi olarak belirlendi. Bir sorun varsa, bunu Yahudiler yaptı denildi. Defalarca - Engizisyon, Haçlı Seferleri, Holokost - ve tam olarakta su anda. Tesadüf yoktur, seçimim beni mevcut duruma uyumlamış oldu.

Ikinci müzikal ise bayağı zor seçimler arasında gerçeklesti. MJ, Tina ve Moulin Rouge arasında günlerce gidip geldikten sonra Tina’da karar vermiş olmanın, son dakika biletini çok ucuza çok iyi bir yerden seyretmenin sonsuz mutluluğunu paylaşayım sizlerle. Oyunculuk ve müzikler o kadar gerçekçiydi ki acaba sahnede gerçekten Tina’mı var dedim. Simply The Best ile finalde ayakta deli gibi coşarken 60’larına kadar bir kadın olarak ezilen Tina’nın dramına ne ilk, ne son diye hüzünle baktım. Eğitim ve gelir seviyesi ne olursa olsun kadının ve kadınlıgın her daim hor görüldüğü çağımızda buna parmak basan müzikal camiyasını ve gerçek üstü performanslarıyla gözlerimi dolduran oyuncuları ayakta alkışladım.

Bir gece Türk restaurantında, bir gece Hint, bir gece Japon, bir gece Sefarad mutfağında, coğu zaman Noel pazarındaki sokak lezzetleriyle geçen tatilde kaç bardak sıcak şarap ictiğimi hatırlamıyorum. Toplam yüz yirmi beş km yol yürümüşüm, yüz doksan bin adım atmışım… Ne dersiniz yediklerimi hak ettim mi?

Hybrid çalışmak, aile ortamı, hem de tatlı bir ara ile zihnimi esneten Londra’ya şapka çıkarıyorum. Ruhumu tamir etmeme sebep olan Zuzu, Ilo ve canım annem’e kocaman öpücükler. Ha tabii ki bu üçlünün arkasındaki Vedu, Leo’ya bakan Emre, anneanne babanne ve dedeler ile hayatında ilk defa annemi yurtdışına göneren babama sonsuz teşekkürler. İkizler bensiz bayağı keyifli geçirmisler ev halini, ne de olsa yakın gelecekteki hayatlarını deneyimlediler bu süreçte.  Aynı anda hem çalışan, hem ev işi yapan, yemek pişirip, bulaşık yıkama görevimi devr almak üzere ülkeme, evime, sıcağıma döndüm.

Havalimanında beni karşılayan billboard bloguma isim oluyor, tesadüf yoktur işte.

Göçmen deyip geçmeyin, dışardan lezzetli bir yemek gibi sunulsa da, içinde türlü türlü  iniş çıkışları var. İsteyen herkese kolaylıklar dilerim.

Hazir 2024’ün son yazısını da kaleme almışken, bir motto bırakayım yeni seneye:

Planlayarak yaşanan hayata Tanrı güler. Planlarını gönlünde oluştur ve akışa bırak. En güzel haliyle yaşa zamanı geldiğinde. Sonra da otur kendini seyreyle.

Para yüzünden yapamıyorum dediklerine dön bak, çoğu zaman sebep para değildir. Yapınca anlayacaksın ki bütçen açık vermiyor, evrende müthiş bir denge var çünkü.

Zor bir seneydi 2024, her anlamda zorlayici, hala da tam kolaylamış olmasa da kapanış güzel olsun. Gönlünüzde dilediklerinizin önüne geldiğini görmenizi dilerim.

Yeni yazılarda  görüşmek dilegiyle…
























































 
















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder