Ve sonuçta oldu da bitti maşallah kıvamında 3 kere iptal etmek zorunda kaldığım Londra’ya
sirensiz ve sorunsuz, hemde tam Noel arifesi uçabiliyorum.
Suzi ( Bana göre ZUZU) ve ben aynı tarihte doğduğumuz
topraklardan göç ettik. O ağlayarak geride bırakırken eskiyi, Ben güle oynaya
yola çıktım. Ben hayalime göç ederken, O korkularıyla yola çıkmıştı. Aradan geçen
6 senede O, 1 kere bana gelebildi; bense hiç varamadım ona.
Zaman içinde hepimiz yeni topraklarımızla uyumlandık,
simdilerde o gülerken, Ben çokça göz yaşı döker oldum. O, korkularını yenerken,
Ben nice acabalar ekledim yaşama. O, ormanlarda yürürken, Ben denizlerde yüzdüm.
O, ailesi icin kariyerine ara verirken, Ben ailem için azami zorluklarla baş
ettim. O, kendi köşelerindeki gücünü keşfederken, Ben bildiğim gücümü katladım.
O, çocuklarıyla yeni yaşama uyumlanırken, Ben yetişkinliğe giren ikizlerle
derinlere indim. Ikimizin ortak noktası özlemdi. Ailemize, dostlarımıza ve bildiğimiz
yaşama, lezzetlere, kelimelere. Yeni dostluklarımızla kör noktalarımızı tanırken,
ülkelerimizin iklimleriyle dolaplarımızda kıyafetler değişirken, kendimizin de
değiştiğini kabul etmişiz. Bu tatilde bunları konuşurken ikimizde cok heyecanlıydık
çünkü başarmanın, uyumlanmanın keyfini sürdüğümüzün farkındaydık. Olan, kolay olmuyor diyoruz ama olunca güzel
oldu diyoruz. Güzel olunca da iyi ki diyoruz.
Işıklı Londra sokaklarında ilk farkındalık güler yüzlü insanlar. Kimsenin itişmediği, yüksek sesle konusmadığı, Asya’lı, Afrika’lı, Orta Doğu’lu, Hint’li karmaşası kafamı alsa da, merkez Londra’da en çok konulan isim Muhammed olsa da, din, dil, ırk farklılığının hikaye olduğuna inanmak istiyor zihnim.
Bir yerde rehinelerin posterleri, sarı kurdeleli ağaçlar, öte yandan Stop Genocide, Viva Palestine.
Markaların büyüleyici yaratıcı dış mekan giydirmeleri, emperyalist pompalamanın en yüksek seviyesindeki alışveriş çılgınlığıyla gayet iyi uyumlanmış. Yürürken omuz omuza çarpıştığın insan yığınları, ellerindeki telefonlarla her anı paylaşan tiktok, instagram, facebookculara sınırsız ortam sunuyor şehir.
çektirmek için en az 1 saat beklemeyi göze alamayan ben, turist tuzağı dükkanların büyüsüne kapılarak, sokakla dükkanlar arasında çılgın bir oyuna dahil oluyorum. Içeri dışarı, şapka atkı çıkar giy hallerimden yorulana kadar oyundayım. Metrolarda cep telefonlarına yüklenmiş kredi kartı ile hızlı geçişler, daracık merdivenlerde soldan yürümeler ve kornasız şehir bana keyif katıyor.
Dükkanda çalan yangın alarmını bomba alarmı olarak algılayan
zihnim ‘ içerde kal ve güvenli odaya gir hemen’ derken, beni kolumdan çekiştirerek
zorla dışarıya çıkarmaya çalışan
kuzenimi anlamakta zorlanıyorum. Polis
ve ambulans sireninde, acaba hangi şehirde düşüş oldu? Kim bıçaklandı, nerede
ateş açıldı? Kaç ölü var diye korku ile beklememeyi anlamakta zorlanıyorum. Ana
haber bülteninde kaç asker düştü? Hangi şehirlere olağan üstü hal geldi? Son
zamanlarda artan Anti- Semitizm’i duymamayı anlamakta zorlanıyorum.
Işıltılı ağacın tepesindeki yıldıza bakıyorum. Pırıl pırıl.
Kendimi paralel evrende hissediyorum. Soğuk ve çiseleyen yağmurla ülkenin her
yerine özgürce gidebilmenin lüksünü içime çekiyorum ve diyorum ki umut var. Yaşam
değerli, başaracağız. Dünya bizden nefret etsede, insanlık bizi suçlamaktan vaz
geçmese de, soğuk ve davetkar Londra bana yaşam umudumu geri verdi. Anneme sevgiyle
sarılmak yüreğimi ısıtırken, bu evrende sevginin gücüyle birbirimizi
anlayabilsek ne güzel şeyler olabileceğini yeniden hatırlattı.
Bu güzel tatilin içine 40yıllık dostum ve onun dostlarıyla
geçirdiğim anlarda eklendi. Köklü dostlukların degerini hatırlarken, göçmenseniz
zamanla arkadaslarınız aileniz olur
kuramını bir kere daha teyid etmiş oldum kendime. Masalarındaki hindi, kuru
fasulye ve içkileri paylaşırken, her
evin kendi kedisi, köpeği, sincapı, saksağanı ilede tanışma şansım oldu.
Parallel evren dediğim bu anlarda sanki ben, Ben değilmişim gibi hissediyordum.
Sanki sonsuza kadar bu yerde kalıp aptalca gülümseyecekmişim gibi geliyordu. Meğer
ne zormuş savaş ülkesinde yaşam.
Harrods’da fenalık geçiriyorum. Pahalı markaların ve labirent gibi başka pahalı markalara bağlanan koridorlarda yüzümü yıkamak için tuvaleti bulamıyorum. Sıcak ve kalabalıkla sınanan ruhum bana bu evrendeki seviye farklılığını suratıma çarpınca fenalaşıyorum. Nasıl dışarı attıysam kendimi, soğuk çarpmasından mı yoksa yüzüme yağan damlaların rehine ailelerinin göz yaşlarıyla özleşlendiğinmidir midem bulanıyor. Dünyanın umurunda değiller mi? sorusu rüzgarın sertliğinde yüzümde patlıyor. Sıcak çikolata kurataracak beni ama sıra en az 1 saat. Ne de olsa instagramda en popüler yer olarak pinlenmiş.
Bir başka pinlenen yere biz gittik ve kurban olduk diyebilirim. Sunumlar harika, lezzetler felaket, fatura fahiş. Aman ha influencerlar kazanacak diye yorumları okumadan sakın gitmeyin. Bu dönemde AI ve influencerlarla yaşamın gerçekliğini kaybetmek çok kolay. Öyle bir koyuyorlar o fotoları sanırsın melekler havada uçuyor, otobüsten başka altından araba geçmiyor. Yalan kulliyen hemde, çarpışmadan yürümek imkansız, sanki bütün dünya Oxford Street’te adeta.
Müzikalsiz olamazdı, olmadı da zaten. İlk seçim Wicked oldu.
Ben gerçeklikten kopmaya, çolağan üstü sahne dekoru ve şarkılarla masal alemine
ineceğimi sanırken konusunun Anti
Semitizm üzerine olduğunu bir paylaşımda okuyorum.
Wicked, Gregory Maguire'ın (kendisi Yahudi değil) aynı adlı
romanından uyarlanmış olsa da, müzikal New York’lu iki Yahudi olan Winnie
Holzman ve Stephen Schwartz tarafından ortaklaşa yazılmış. Konudan bahsedelim.
Bugunlerde yayinda olan filmide seyredenler olmustur aranizda. Büyücü'nün
baskıcı rejimi altındaki Oz'u konu alıyor ve birçok okuyucuya göre, Üçüncü
Reich dönemindeki Nazi faşizminin gündemine, ideolojisine ve politikalarına
gönderme yapıyor. Metnin tiyatro uyarlaması açıkça Holokost temalı olmasa da,
önyargı ve toplumsal reddedilme temaları müzikale taşınmış ve tartışmasız bir
şekilde Yahudi hissettiriyor. Şovda, 'Halkın sadece gerçekten iyi bir düşmana
ihtiyacı var. Bir günah keçisine ihtiyaçları var' diyen bir replik bile var.
Tarih boyunca, Yahudiler o günah keçisi olarak belirlendi. Bir sorun varsa,
bunu Yahudiler yaptı denildi. Defalarca - Engizisyon, Haçlı Seferleri, Holokost
- ve tam olarakta su anda. Tesadüf yoktur, seçimim beni mevcut duruma uyumlamış
oldu.
Ikinci müzikal ise bayağı zor seçimler arasında gerçeklesti.
MJ, Tina ve Moulin Rouge arasında günlerce gidip geldikten sonra Tina’da karar
vermiş olmanın, son dakika biletini çok ucuza çok iyi bir yerden seyretmenin
sonsuz mutluluğunu paylaşayım sizlerle. Oyunculuk ve müzikler o kadar gerçekçiydi
ki acaba sahnede gerçekten Tina’mı var dedim. Simply The Best ile finalde
ayakta deli gibi coşarken 60’larına kadar bir kadın olarak ezilen Tina’nın dramına
ne ilk, ne son diye hüzünle baktım. Eğitim ve gelir seviyesi ne olursa olsun
kadının ve kadınlıgın her daim hor görüldüğü çağımızda buna parmak basan müzikal
camiyasını ve gerçek üstü performanslarıyla gözlerimi dolduran oyuncuları
ayakta alkışladım.
Bir gece Türk restaurantında, bir gece Hint, bir gece Japon,
bir gece Sefarad mutfağında, coğu zaman Noel pazarındaki sokak lezzetleriyle geçen
tatilde kaç bardak sıcak şarap ictiğimi hatırlamıyorum. Toplam yüz yirmi beş km
yol yürümüşüm, yüz doksan bin adım atmışım… Ne dersiniz yediklerimi hak ettim
mi?
Hybrid çalışmak, aile ortamı, hem de tatlı bir ara ile zihnimi
esneten Londra’ya şapka çıkarıyorum. Ruhumu tamir etmeme sebep olan Zuzu, Ilo
ve canım annem’e kocaman öpücükler. Ha tabii ki bu üçlünün arkasındaki Vedu,
Leo’ya bakan Emre, anneanne babanne ve dedeler ile hayatında ilk defa annemi
yurtdışına göneren babama sonsuz teşekkürler. İkizler bensiz bayağı keyifli geçirmisler
ev halini, ne de olsa yakın gelecekteki hayatlarını deneyimlediler bu süreçte. Aynı anda hem çalışan, hem ev işi yapan,
yemek pişirip, bulaşık yıkama görevimi devr almak üzere ülkeme, evime, sıcağıma
döndüm.
Havalimanında beni karşılayan billboard bloguma isim oluyor,
tesadüf yoktur işte.
Göçmen deyip geçmeyin, dışardan lezzetli bir yemek gibi
sunulsa da, içinde türlü türlü iniş çıkışları
var. İsteyen herkese kolaylıklar dilerim.
Hazir 2024’ün son yazısını da kaleme almışken, bir motto bırakayım
yeni seneye:
Planlayarak yaşanan hayata Tanrı güler. Planlarını gönlünde
oluştur ve akışa bırak. En güzel haliyle yaşa zamanı geldiğinde. Sonra da otur
kendini seyreyle.
Para yüzünden yapamıyorum dediklerine dön bak, çoğu zaman
sebep para değildir. Yapınca anlayacaksın ki bütçen açık vermiyor, evrende müthiş
bir denge var çünkü.
Zor bir seneydi 2024, her anlamda zorlayici, hala da tam
kolaylamış olmasa da kapanış güzel olsun. Gönlünüzde dilediklerinizin önüne
geldiğini görmenizi dilerim.
Yeni yazılarda görüşmek
dilegiyle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder