O coğrafyadayken insanların
farklılıklarını, çeşitliliklerini ve kimliklerini kayıbetmesiyle ilgili
hislerim olmuştu arkasından kimlik ve aidiyeti sorgulamıştırm. Şu kaçamak hafta
sonu bana bunu daha bir sertlikle sorgulatır oldu.
Gece ortobüse
bindik ve İpsala gümrük kapısından geçtik. Trabzanlar kırmızı beyazdan tam orta
noktada mavi beyaza döndü ve Mehmet’ciğimi selamlayıp Dimitri’ye boş gözlerle
bakar buldum kendimi. Bir bayrak solda arkamda kalırken başka bir bayrağa doğru
heyecanla ilerlemeye başladım.
İlk şok
Selimpaşa’daki benzinci tuvaletiyle geldi. Pis ve kokuyordu, her yer savaş
alanı gibiydi oysa gündüzleri hiç böyle olmazdı orası. Yünan tarafına geçince
ilk benzinci tuvaletinde temizlik olması gerektiği gibiydi. Bunu hiç anlayamam.
Ama Selimpaşa’daki kasiyer genç cevapladı. “ Insanımız bu!”
İşte tam bu
noktada bu insan Yünan tarafına geçince temizlik abidesi mi oluveriyor? Biri
yere atınca, tükürünce herkes bunu normal mi sanıyor? Kırmızı ışıkta bekliyorsam
enayi mi oluyorum? Deli deli sorularla kendimi Selanik’te buldum. Herkes diyor
ye ye ye max 20-30euro... peki neden benim ülkemde bu yemekler 80euro.
Kazıklanmak doğal bir ruh halimi? İsyan yok mu? Bu doğal mı?
Belediye başkanını
anlatıyor rehper. Yahudiler için kaşerut – Kosher- kurallarına uygun
restaurantlar açan, Atatürk’ün evinin cadddesine Atatürk caddesi adını vermek
isteyen insandan. ( Aziz Dimitriou caddesi aslında orası ve hükümet hop! Demiş bu
fikre) Böyle yürekler var birleştiren. Sabah kilisede ayin seyrediyoruz. Aynı
Tanrı, aynı dua, aynı hisler. Mum yakıyorum aynı dilek için geçen hafta Balıklı
gölde Avram’a ( İbrahim ) söylediğim gibi. Orada ezandı burada çanlar eşlik
ediyor bana. Yom Kipur ( Kefaret orucu) şofarının
( Keçi boynuzu) yüreğimdeki sesi hala
canlı. Coşkun bendeniz Atatürk’ün evine doğru ilerliyoruz.
Büyük önderin bir
zamanlar yaşadığı o evden içeri girmenin heyecanı içinde
küçücük bir çocuğun
coşkusuyla güvenlikten geçip içeri giriyorum ki o da ne. Bina sadece bilgiye
dönüşmüş. Duvarlarda yazılar, kişisel eşyalar ancak yaşanmışlıktan eser yok. Daha
önce görenler cık-lıyor, olmaz ki bu kadar herşeyi değiştirmişler diyorlar. Çağdaşlaşma örneği |
18
Haziran 2012 Atatürk'ün hatırasına yakışacak çağdaş müzecilik anlayışıyla
yenilenmesi için özenli bir çalışma gerçekleştirilmesi adına bina kapatılıyor
ve sonra ruhsuz ama çağdaş müzeciliğe uygun bir mekan yaratıyorlar. Ben dahil
kimse beğenmedi duygusuz bir yer olmuş ancak içimdeki duygusu sonsuzluğa bedel.
Bedensel olarak yoksa bile, yapıtları ve sözleriyle her daim yaşarken yüreklerde
canlı. Ben gene sorguluyorum kendimi hiç görmediğin, dokunmadığın birine bunca
AŞK nasıl olur diye.
Bu çağdaş hale gelmemiş hali |
Cağdaşlaşma öncesi |
Bahçede babasının ektiği nar ağacının arkasına geçiyorum,
gizlice kovuğundan
bir parça koparıp elime alıyorum tüm yaşanmışlıkları
hissetmek adına. O anda gene kendimi çocukluğumun bahçesinde buluveriyorum
bedenim Selanik’teyken,dedemin bahçesindeki nar ağacının altında. Onun o güzel
gülümsemesiyle bana Stella derken gözlerimden yaşlar akıyor. Nerede olduğunun
bir önemi yok işte...
Derken arabaya
Yorgo amca biniyor. Sene 1964 Cihangir’e dönüyoruz. Cebinde fotolar var Yedikule
sahilde çekilmiş. Kalakalıyorum. Türk mü? Yünan mı? Ailece kalkıp göçüyorlar. 6-7
Eylül olayları 1955’te ama aile dayanmış. Soruyorum neden bunca olaya rağmen
kalmaya devam ettiniz diye. Cevap yaralayıcı. Göç kolay mı hanum kızım? Bir ah
çekiyorum derinden Urfa-Antep-Halfeti üstüne. Gelip yapışıyor gene aidiyet
yakama bu coğrafyada da.
Göçün arasındaki
tek kriter ;din; Yorgo Amca Türkçe ekliyor.
“Anlaşılmaz durumlar, baksanıza yüzümüze
hepimizin siması aynı.” İnsanız diyor kısaca. Ve öğreniyorum ki II.Dünya
Savaşında 45 bin Selanikli Yahudi Auschwitz’deki toplama kampında katledilmiş.
Birleşiyor muyuz ayrılıyor muyuz sorgulamadan edemiyorum, allahtan yemekler çok
lezzetli, ortam çok keyifli. İki kadeh Barbayanni yuvarlıyoruz oh geçti hisler.
Üstüne bir de meşhur pastane Terkenlis’ten çukulatalı çörek götürüyoruz. Biraz alışveriş.
Hisler yok oldu.
Derken sabah Kavala’ya
doğru yol alırken yol üstünde kanlı Kıbrıs haritaları görüyoruz. İnsan içine
nefret ekmeye görsün. Ah Yünan ah diyorum. Ve harika manzarasıyla Kavalalaı Mehmet Ali
Paşanın evinin önüne varıyoruz. Yünan pek seviyor paşamızı. İhanet eden paşanın
evine pekte güzel bakıyorlar, bahçesinde de kocaman bir kilise. Demek ki her
dönem bir sorun var devlet içinde, çıkarlar deyip geçiyoruz. İstersen geçme.
Harika
manzaraya kahve içmeye oturuyoruz. Servis yapan kıza 3 kere “One americano please,”
diyorum, kadın yüzüme bakıyor, “Please wait,” diyor. Ülkemin bıçkın
garsonlarını düşünüyorum ve ah Yünan ah! Ama bu manzaraya hesap gelince ah
ülkem ah gene...
Kahveler yol
üstünde arabaya teslim ediliyor, şehire şöyle bir bakış atarken Ermeni
soykırımı anıtı ile karşı karşıyayız. Neden sorusu gene camdan yansıyor ve
otobüsümüz sessizce Alexdrapouli’ye doğru yol alıyor...
Aya Yorgi’de
nefis yemek sofrası hazırlanmış bizi beklerken, beni bekleyen başka bir hedef
var kalamarlar ve cacikiden
(TZATZİKİ)önce. Deniz beni çağırır. Senenin son deniz suyuna
dalmadan, 7 batış ritüelini uygulayıp yeniden buraya gelmeyi dilemeden olmayacaktı.
İnsan istesin önüne engel yok. Burada suda olmakta bunun bir ispatı.
Sahil bomboş ama biri var. Minik bir varlık. Ben
suda bir başıma yüzerken gözlerini üzerimden ayırmayan bir can kurtaran O. Dünya
şekeri bir bekçi. hayat kimden destek alacağınızı size her daim işaret eder. Ve biliyoruz ki hep korunuyorsak korkular, endişeler niye o zaman?
sorular aklıma yer etmeden, suyun tuzuyla, güneşin ışıkları bedenimde dans ederken bir
kabuk alıyorum kumdan elime, evimdeyken beni o sahile taşıyabilsin diye.
Hem Jumbo, hem marketler bile kapalıyken ne kadar alışveriş yapılabildiyse artık o kadarıyla geri dönüş yoluna geçerken yüreğim taşkın ve nereye ait olduğumdan
pekte emin olmadan şehr-i İstanbul’a dönüyorum. Ülke sınırlarına girerken çalan
“Bir başkadır benim memleketim” şarkısı ile içim buruk.
Hakkatten bir başkayız!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder