Bu gün daha önce hiç gitmediğim bir ormanda kendimle yürüyüşe
çıktım. Ortamın huzur dolu sessizliğini içime çektim. Her yer bembeyaz ve
büyüleyiciydi. Karla kaplı alanın içindeki dinginlik tarifsizdi. Varlığını
sorgulatacak derecede sessiz. Ağaçların göklere varan boylarına hayretle baktım.
Ben neydim ki bu muhteşemliğin yanında. Derin köklerine inmeyi ve onu tanımayı
ne çok istedim.
Ormanda bulunan ağaçların sayısı ortamı bir tür fanusa
çevirdi sanki. Öyle ki içindeyken dışardaki sesleri duymak pek mümkün olmadığı
gibi, kendi sesimi dışarıya duyurmak da neredeyse imkânsızdı.
Elimi sürdüm tek tek o ince gözüken gövdelerine. Kabuk olmuş
bedenindeki sevgiye yüzümü yasladım. Brezilya'lı bir doktor demiş ki; eğer hasta olmak istemiyorsan duygularını anlat. Diyalog, konuşma ve kelimeler güçlü birer ilaç ve mükemmel bir terapidir.
Derin nefes aldım ve bedenimin onun yanında minicik bir detay
olduğunu düşündüm. Kalbimin atışları sakinlediğinde ona fısıldadım;
Köklerin sayesinde bu
sert şartlarda ayaktasın.
Benim gibi…
Bahar gelince toprak en güzel nimetlerini sunacak sana ve sen
tıpkı şu karlı günde şükür ettiğin gibi baharın tazeliğine de şükür edeceksin.
Benim gibi...
Bu duyguyla, gözlerimden bir kaç damla, pırıl pırıl parlayan bembeyaz
karın üzerine düştü.
Ardından yüreğimde kocaman bir boşluk hissettim.
Huzur gibi, aşk gibi.
Şu evrende nice kötülükler varken, bir çok telaş, kaygı, korku, haksızlıklar
varken, şu ormanda bu sarı kamış gibi upuzun ağaclara bakakaldım. Ne kadar
telaşşsız, teslim olmuş, iğne yaprakların üzerindeki ağır kar öbeklerinden hiç
şikayet etmeyen hallerine baktım. Gövdesindeki yaşam damarlarının köklerinden
geldiğini bilmenin rahatlığında. Ihtiyacı olan besinin köklerinden taa en üstteki
iğne yaprağının ucuna geleceğinden emin olan ağaca bakakaldım.
Her birinin
kendi yaşam alanı olduğunu ve her dal birbirinin içinden geçerken hiç birinin
yaşam alanına kast etmediğini. Toprağın kat kat altındaki köklerinin bir birlerine
sarmalanmış olduğunu ama bu karmaşıklığın hiç birinin beslenmesine engel
olmadığını.
Ve gene bir damla yaş düştü bu sefer neden insanlar böyle
olamıyor diye…
Nazım Hikmet geliyor aklıma hür ve özgür ama kardeşçe.
Mümkün değil mi?
En imkansız ütopya mı yani?
Gerçek şu ki, dünya denilen bu alemde bir şeyler feci şekilde
yanlış gidiyor, değil mi? Zulüm ve adaletsizlik, tahamülsüzlük ve baskı. Bir
zamanlar itiraz etme, istediğiniz gibi düşünüp konuşma özgürlüğünüz varken,
şimdi sizi kurallara uymaya, boyun eğmeye zorlayan sansür ve izleme sistemleri
var. Bu nasıl oldu? Suçlu kim? Eh, bunda diğerlerinden daha büyük payı olan
kişiler var tabii… ama yine gerçeği söylemek gerekirse, şayet suçluyu
arıyorsanız aynaya bakmanız yeterli.*
Ve dönüp ormana bakıyorum yeniden. Onlar aralarında zor durumda
olanı bilir ve ona destek olurlar. Karşılıksız yaparlar, çıkarsızdırlar. Alan
verene borçlu olmaz. Veren karşılık beklemez. Ah ne güzel olurdu insanlıkta
öyle yapabilseydi.
Satırları yazarken Trump ilk adımını attı bile. "Milli
güvenlik" kararnamesi. 6 ülkeye göçmenlik yasağı geçici vize verilmemesi
ve, en önemlisi meksika duvarının onaylanabileceği.
John Lenon ve Yoko Ono 1 Nisan 1973'te Nutopia adlı kavramsal bir ülke kurmuşlar. Ve demişler ki: Barış için savaşmanın değil, barışa teslim olmanın zamanı. Barışı düşünün, barış için harekete geçin, barışı yayın ve insanların barışı hayal etmesini sağlayın.
Çok mu zor?
Bir kaç hafta önce bir film
izledim "The Sea of Trees" Sonsuzluk Ormanı. Filmde olayın geçtiği
orman Fuji Dağı'nın eteklerinde
bulunan Aokigahara Ormanı, nam-ı diğer İntihar Ormanı'.
Orman görevlileri Aokigahara’ya gelen üç tip ziyaretçiyi hemen tanıyabildiklerini söylüyorlar.
İlk grupta ormanın kötü ününü bilip neye benzediğini görmek isteyenler var.
İkinci grup Fuji Dağı’nı her yönden görmek isteyen yürüyüşçülerden oluşuyor.
Üçüncü grupta ise ormandan çıkmak gibi bir planı olmayanlar var.
Gelenler kendileri için belirlenen rotalardan şaşmamaları gerek yoksa inanılmaz bitki örtüsüyle yönünüzü bulmanız ve sesinizi duyurmanız mümkün değil. Fakat bir de bu rotalardan bilerek çıkan ve ormanın derinliklerine yürüyenler var. Onlara belirlenen parkurlardan çıkma cesaretini veren ise zaten oraya intihar etmek için gitmiş olmaları.
Konuyla ilgili çekilen bir belgeselde ormanın girişinden başlayıp patikalar boyunca uzanan renkli ipler dikkat çekiyor. Görevliler bu iplerin ormana girerken intihar etmek istediklerinden emin olmayanlara ait olduğunu söylüyor. O kişilerin ormanda çıkıp çıkmadıklarını ise maalesef kimse öğrenemiyor.
Ormanın girişindeki tabelalardaki notlar şaşırtıcı.
"Ateş
yakmayın, çöp atmayın" gibi klasik uyarılar yerine "Lütfen intihar
etmeyin, hayat size verilmiş bir hediye,” “Ailenizi ve arkadaşlarınızı düşünün
lütfen intihar etmeden önce polisi arayınız” gibi tuhaf levhalar.
Ayrıca
bu ormanda yalnızca intihar etmek isteyenler değil, masum insanlar da
ölebiliyor. Çünkü ormanın altı yüksek demir rezerviyle kaplı. Bu da pusulaların
doğru yönü göstermesini engelliyor. Özellikle geçmiş zamanda bu yüzden birçok
masum insan yaşamını kaybetmiş.
Ormanın
derinliklerine doğru gidildiğinde önce ağaçlarda topluma ya da geride kalanlara
sitem amaçlı, mesaj veren çivilenmiş objeler ve bırakılmış veda notları
görülüyor. Örneğin ağaca çivilenmiş bir notta kişi,
"Buraya geldim çünkü
hayatımda hiç iyi bir şey olmadı." diye yazmış.
Daha
derinlerde kendini ağaçlara asanlar, aşırı dozda ilaç alarak kendini öldürmüş
insanların bedenlerini görmek mümkün. Hatta doğru mu yapıyorum diye çadır kurup
kalanlar bile görülüyor. Japonya bu ormandaki intiharların sayısını resmi
olarak açıklamıyor fakat sayının yıl başına 50-100 arası olduğu tahmin
ediliyor.
İşte bende birden kendimi, hayatımı ve sahip
olduklarımı düşündüm o sık ağaçlı ormanın derinliklerinde. Yaşamak için ne çok
sebebim varmış diye şükür ettim. Ağacın gövdesine sıkıca sarıldım ve bana bu anı
yaşattığı için teşekkür ettim.
Arkama baktım ve çocuklarıma doğru ilerledim.
*James Mc Teigue- V for Vendetta , 2005
* Fotograflar Kars Sarıkamış
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder