16 Mart 2010 Salı

Başarı Neye Göre?!

Bir hafta sonu daha geldi.
Kalbim hızlan çapıyor.Cumartesi sabah sıkıntıyla kalktım yataktan, koşuşturarak, el yüz yıkanıp merdivenlerden inildiği an, saat sabahin 8,15’i. Birazdan ağzımdan çıkacak olan tek kelimelik cümleye, bütün gün esir olacağımı düşünerek, biraz sıkıntı, biraz bezginlikle ama aslında gerginlikle söyleyiveriyorum “ HADİ! ”
İşte hafta sonu bizim evin gongu çaldı, yetişme derdiyle kahvaltı, spor, Pazar alışverişi, dernek faaliyeti, bazen ve çoğu zaman doğum günleri şeklinde havanın karardığını keyifle görür ve daha da telaşlanarak “Eyvah! Dersler.” diye gün sona eriyor.
Pazar sabahı ise bu hadinin tamamını yetişmesi gereken ödevler,projeler ve sınavlar kaplıyor. Pazartesi sendromum kalmadı artık çünkü Pazartesiler daha da bir güzelleşti, kabus bitecek diye. Yalanım yok!bilenler bilir.
Şimdi gelelim konunun özüne, deliler gibi koşturulan, sosyalleştirilen ve ders çalıştırılan - ne yazık ki kendinden çalışmayan – bu yavrulardan biz ebeveynler olarak sadece bir tek şey bekliyoruz, BAŞARILI OLSUNLAR.
En iyi notu alsınlar, en iyi proje onun olsun, herkesin en iyi arkadaşı O olsun, öğretmenin gözdesi olsun, okulun spor takımına seçilsin, onun resmi sergilensin, onun projesi dereceye girsin, en iyi atışı o yapsın...Bir dakika bu başarılar kimin peki????
Çocuklarımızdan beklediğimiz başarılı olma hali vazgeçemediğimiz bir duygumuzdur. Onlardan sınav kazanmasını, sınıf geçmesini, okul bitirmesini ve beklediği üniversiteye girmesinin oluşmasını isteriz.Gel gör ki hepsinin sonunda bazen ortaya sadece kağıt başarısıyla dolu bir hayat çıkabiliyor. Peki o zaman bu başarısızlık kimin??????
Anneler ve babalar olarak bizler acaba başaramadıklarımızı, çocuklarımız yapsın güdüsüyle mi Hadiliyoruz.

Öyleyse başarılı insan kimdir?

Bernard Russel’ın Eğitim Üzerine adlı kitabında çocuklarınıza sevmeyi öğretin , sevgiyle verilen bilgi çok önemlidir diyor. Sevmeyi bilen kişi derslerini de sevecek, eğitime de değer verecek ve akabinde doğru ve sevdiği bir mesleğe yönlenecektir. Hayatında bilgiye duyulan sevgi de gittikçe daha fazla önem kazanacaktır.
Ve durdum! Durdum çünkü işin özünü hadilerle öldüren bir toplumun parçası olarak sevgi vermeye vaktimiz var mı?

“Başarmak elimizdedir” diyorlar. Düzenli, disiplinli, az da olsa sürekli çalışan insanların başarılı olduğuna dikkat çekiyorlar.
Bir de önemli bir noktaya da parmak basıyorlar “Öz güven” . Bir konuyu ele almak ve zorluklarla basa çıkabilmek gücü ve zevki. Bizler onların çabalarına saygı duymalıyız ki onlar mutsuz ve umutsuz olmasınlar. Şöyle bir dönüp bakıyorum ben saygı duyuyor muyum diye, uçurumun kenarındayım.

Ne yazık ki öğrencilerin büyük bir kısmı bizlerin bakış açısı yüzünden, okulu bir zorunluluk olarak görüyor; öğrendiği şeyleri sınavlarda başarılı olmak ve bu başarılarının kağıda dökülmesi için öğreniyor. Böyle olmak zorunda değil...
Gene durdum! çünkü her sınav sonrası aynı soruyu soruyorum “ Nasıl geçti?” diye.

Çocuk yetiştirmedeki başarının temeli onlara hedef göstermekmiş.
Biz ne hedefler koyuyoruz onların önüne? Rol model olan bizlerin ne hedeflerimiz var önümüzde, bunun bilincinde miyiz.
Hedef belirlemeden başarı duygusu oluşmaz diyor büyük bilim insanları...

Zaten başarısızlık diye bir şey de yokmuş, yalnızca öğrenilecek dersler varmış. Büyüme bir bilgi kazanma, deneme-yanılma, cesaret gerektiren deneyimler süreciymiş.
Başarısızlıkla sonuçlanan girişimler de o son başarıyı getiren hamle kadar değerli ve katkılıdır.
Çocuklarımızın kendi kendine yeten bir birey olmasını istiyorsak, görev ve sorumluluklarıyla başbaşa bırakmalıyız onları.
Ve işte bu noktada gene durdum... Zamanın çocuklarının sorumlulukları var mı? Bizler onlar yıpranmasın diye bütün işlerini yapmıyor muyuz!

Küçük bir internet alıntısını paylaşıyorum.Yazarını bilmiyorum ama çok doğru.

Başarılı Olanlar ve Olmayanlar...

•Başarılı insan daima çözümün bir parçasıdır ;
Başarısız insan daima sorunun bir parçasıdır.

•Başarılı insanın her zaman bir programı ;
Başarısızın ise her zaman bir mazereti vardır.

•Başarılı insan her soruna bir çözüm bulur ;
Başarısız her çözümde bir sorun görür.

•Başarılı insan en olumsuz durumda bile bir çıkış noktası görür ;
Başarısız ise en olumlu durumda bile engeller bulur.

•Başarılı insan "Zor olabilir, ama imkansız değil" der ;
Başarısız "Mümkün olabilir ama çok zor" der.

•Başarılı insan evrenin uçsuz bucaksız olduğunu bilir ;
Başarısız insan evreni kafasının büyüklüğü kadar sanır.

Herkesin kendi başarısı vardır ve bunun ölçüsü de gene çocuklarımızın kendi içlerinde saklıdır.Hepimizin onu bulması dileğiyle...

8 Mart 2010 Pazartesi

DÜELLO!

Günün anlam ve önemi dolayısiyle bugünkü yazımı Kadınlar Günü’ne itafen yazayım dedim, oysa sırada başka bir fikir vardı o da Perşembeyi beklesin.
Öncelikle Kadınlar Günümüz kutlu olsun. Bunu gerçekten yaşamak isteyip de yaşayamayan kadın sayısını düşünürseniz ne kadar büyük bir gün olduğunu anlarız.
Zamanın kadınları oldukça faal, eskiye göre çok daha aktif. Eskiden sadece evde olan kadın, Cumhuriyet’le birlikte artık her yerde ülkemizde.
Dünya’mızda birçok alanda kendine yer edindi kadınlar ama ne yazık ki hepimizin Allah vergisi özelliği olan doğurmanın yani sıra hem evde eş,anne hem de sokakta kariyer sahibi, işveren, iş geliştiren konumunda olunca ne oluyor.
Yorgun!
Daha ne olalım yani...
Küçük çapta bir internet araştırmasında karsıma çıkan birkaç bilgiyi de ekledim bu yazıya;
Sanayi devrimiyle kadını iş gücü olarak görmeye başlayan dünya, onu hem yüceltmiş, hem de yerin dibine batırmış, kahırlar yüklemiş.
İlk defa 1900’lu yıllarda Kadınlar günü kutlama fikri ortaya çıkmış. Bunu ortaya atan kadın Alman asıllı Clara Zetkin. 1911’de onaylanıp uygulanmaya koyulmuş.
Aman ne iyi oldu değil mi, binlerce hakkımız oldu. Oldu da ne değişti peki;
Halen kadın zülm görüyor, kendi işinde, part time veya “evde üretim” şeklindeki çalışmalarda bulunuyor ve bu tür çalışmaları esasen iş güvenliği olmayan, düşük gelirli
çalışmalar olarak kalıyor. Bankalar kadın girişimcilere para teklif ediyor çünkü büyük işlere imza atacaklarına inanmıyorlar. Nedeni yöneticilerin erkek olması olabilir mi acaba?
Kadınlar işgücü pazarında bir kaç alanda birden faaliyet sürdürüyorlar ve erkeklerden daha az ücret alıyorlar. Patronlara duyurulur, biz demiyoruz, dünya böyle diyor.
Tabii ki hırslı olan kadın aynı zamanda eğitim konusunda da kendini aşmış, Dünyanın çoğu bölgesinde yüksek öğrenime kaydolma konusunda dev adımlar atmışlar, bazı bölgelerde kadınların yazılma oranları erkeklere eşit düzeye varmış veya erkekleri geçmiştir. Yani biz hem eğitimliyiz hem de herşeyin üstünde performans gösteriyoruz ama gene de hor görülüp oturup ağlıyoruz.

Onun için hep ikilemde kaldığım düellomu başlatıyorum ve "Ev Kadını–Çalışan Kadın'a / Çalışan Kadın–Ev Kadını'na Karşı" diyorum....
Tam da buna uygun bir alınıtyı ekliyorum...

Çalışan kadının iç sesi ve Ev kadını hakkındaki düşünceleri:

İlkokul birinci sınıftan bu yana sabahın erken saatlerinde evden çıkıp, servise binip, bir yerlere gidiyorum. Hayatımın üçte ikisi okulda, üçte biri de iş yaşamında geçti. Karlı bir günde pencere kenarında kahve içmeye, yani evimin sıcaklığına hasretim. Hep çalışmak, hep çabalamak zorundayım.
Ev kadını olmak ne büyük bir lüks kim bilir.
Eğer ev kadını olsaydım;
Dilediğim an yan gelir yatar, dilediğim zaman yemek yapardım. O gün biraz kafam mı bozuk, "boşveeeer" der, komşuya kahveye giderdim. Marketten ıspanak almaya gitmek, o günün programı olurdu. Zamanın efendisi olurdum ne de olsa. Bütün gün benim olurdu. Acele etmeme, öğle tatilinde market alışverişi yapmama gerek kalmazdı.
Kocamın ay sonunda getirdiği paraya razı olurdum. Belki de zaten hepimize yetiyor olurdu bu aylık. Hele bir de arabam varsa altımda, değmeyin keyfime. Bu kuaför senin, bu sinema benim, bu kurs, bu cafe gezer dururdum. Para nasıl kazanılıyormuş diye düşünmeden harcamak ne büyük bir ayrıcalık olurdu.
Çocuğum olunca "efendi"liğim katlanarak büyürdü, eğer ev kadını olsaydım. Biraz onunla ilgilenir gerekince ablasına teslim eder yatar uyurdum . Ev işi bile keyif verebilir . Biraz ütü yapar, biraz uyurdum. Ben yan gelip yattıkça, birileri benim arkamı toplardı nasıl olsa.
Her daim çocuğumun yanında olabilirdim. Hasta olduğu günlerde, o günkü "kahve" programımı iptal etmem yeterli olurdu. Özel izin belgeleri alıp, patronlara onaylatmak zorunda kalmazdım. Kimseye hesap vermezdim.
Ev kadınları, bayram sabahında, kendi yaptıkları tatlıları misafirlerine ikram ederken, başka vaktim olmayacağından ben yeni evime taşınmak için toparlanmazdım. Her bir tatil gününü, bir şeyler halletmek için bir fırsat olarak görmez, bizi anlamayıp hep kendi kapılarının çalınması bekleyenlere böyle uyuz olmazdım.
Eğer ev kadını olsaydım, Dünyanın efendisi, evimin kraliçesi olurdum.

Ev kadınının iç sesi ve Çalışan kadın hakkındaki düşünceleri:

Okul bittiği günden beri yan gelip yatıyorum . Yat, yat, yat. Nereye kadar? Kilolarım gitmek bilmiyor. Popom nasıl da büyüdü.Bir can sıkıntısı, bir iç patlaması yaşıyorum ki sormayın.
Dağ gibi ütü var beni bekleyen. Elim kalkmıyor, gözüm açılmıyor. Esneye esneye akşamı ediyorum. Çocuk gürültüsü de cabası.
Komşu gezmesinden sıkıldım.. O ne almış, bu ne giymiş, hafif kilo almış, kocası onu aldatmış sohpetleri bayıyor içimi. Her gün aynı muhabbet
Eğer çalışıyor olsaydım, hayatta bir amacım olurdu. Çocuk doğurmak ve ev işleri yapmaktan öte bir amaç. Kendim için var olduğumu hissederdim o zaman. Sabahları uyanmak için bir sebebim olurdu. Her gün "Acaba bugün ne giysem?" diye düşünürdüm. Kendime yeni giysiler alır, keyifle alışveriş yapardım.
Gündüz evden uzaklaşmak bana iyi gelirdi. Bütün gün bahçede oturup, başkalarını çekiştiren kadınlardan biri olmazdım. Bütün gün ilgileniyor muyum sanki çocukla. Sıkılıyorum hep aynı evcilik oyunlarını oynamaktan. Çocuğumla gerçekten sevgi dolu bir ilişkiyi paylaşabilirdim, sınırlı olan zamanda.
Köreliyorum böyle evde otur otur. Artık eskisi gibi gülümseyemediğimi fark ediyorum. Kendime güvenimi kaybediyorum zaman zaman. Hiçbir işe yaramadığımı düşünüyorum.
Eğer çalışıyor olsaydım, ara sıra iş seyahatlerine giderdim. Evimi ve ailemi ne kadar özlesem de, yeni yerler görmenin ve yeni insanlar tanımanın sevincini kendime katarak, daha mutlu dönerdim evime.
Her şeyden önemlisi kendi paramı kazanıyor olurdum. Her ay posta kutumuza atılan kredi kartı çıktılarını tek tek inceleyen kocama sinir olmazdım.
"Evimin direğine bir şey olursa ben ne yaparım?" endişesini duymaz, kendime daha çok güvenirdim. Bu güvencenin, evlerimizi tozdan arındırmaktan çok daha önemli bir misyonu olduğunu bilirdim.
Eğer çalışıyor olsaydım, Dünyanın efendisi, hem evimin hem de iş yerimin kraliçesi olurdum.



AH BU DUELLO HİÇ BİTMEZ! Hangisinin gerçekten kazanması gerektiğini bilmiyorum ki?

4 Mart 2010 Perşembe

Bu 3 şey varsa hayatınızda mutlusunuz!

Tanrı dünyayı yaratırken kendinden ilham almış derler ya ben de bütün görselliklerden, duyumsadıklarımdan ve akıllardan feyz alır oldum.

Bu benim içimde varmış ta ortaya çıkması için şöyle bir sallamak lazımmış içeriyi. İnternet’te bütün dünyayı dolaşan maillerde buna yardımcı olmuyor değil hani.

İşte bir tane daha geldi geçenlerde ve gene iş başa düştü yazmasam olmayacak.

“ Köy sakinleri yağmur duasına çıkmışlardı. Bütün köy ahalisi toplandı. İçlerinden birinde şemsiye vardı.

Bu inançtır. “ diyor mailde.


Herkesin kendine kalmış, lafım yok ama bir güç varsa bu evreni kaplayan, adı ne olursa olsun. ULU MİMAR olsun.

Bu mimar öyle bir yaratmış ki herşey altın oranda saklı. Uyumsuz hiçbir şey yok. Barbie’lerin yürüyemeyecekleri kadar zayıf bedenlerinden uzak, her şeyi içine alabilecek kadar büyük bir yürek ve analiz edip fikir yürütecek kadar engin bir beyin. Dönün doğaya şöyle bir günlük kaygılarınızdan sıyrılıp bir bakıverin ne çok huzurla dolu. Bunu bir bozan var o da insan.

Birini diğerinden ayıran, rengine karışan, dilini anlamayan, başka inançlara saygı duymayan, ırkını katleden, özgürlüğü sınırlayan.


“ Babalar bebeklerini havaya hoplatır, çocuklar gülmekten bayılır. Yere düşeceklerini akıllarına bile getirmezler. Çünkü babaları onu tutacaktır.

Bu güvendir. “ diyor mailde.

Bu bana seyrettiğim dizinin bir bölümünü hatırlattı. Kadın ortağına diyor ki “ Arkana doğru yaslan ve emin ol ben seni tutacağım.” Adam, hiç tereddüt etmeden yaslanır ve kadın onu tutar zaten tutacağınıda söylemiştir. Ayni şeyi adam kadından isteyince “ Sen benimle alay etmek için tutmazsın. “ cevabıyla karşılaşır. Ortaklar, eşler, kardeşler, arkadaşlar kim kime bu kadar güvenir ki, hangi kadın erkeğine hangi erkek kadınına güvenir, güvenmez bir de cinayet, dayak vs. Doğada da böyle midir? Dönün doğaya şöyle bir günlük kaygılarınızdan sıyrılıp bir bakıverin ne çok huzurla dolu.Bunu bir bozan var o da insan.

“ Yatağımıza girerken yarın uyanıp yaşamaya devam edeceğimize dair garantimiz yoktur. Ama yine de ertesi güne dair planlar yaparız.

Bu ümittir.” diyor mailde.

Bunu kaybeden, kan kaybetmiş sayılır, itirazı olan? Ümit, bu hayatın canı, kanıdır ve sadece insana özgü bir özelliktir. Bu kadar büyük bir farklılığı olan insan neler ümit eder? Şöyle bir düşününce ilk ağızdan çıkanın sağlık olmasını isterdim ama ne yazık ki para olacak. Gelecekten ümidimiz sadece zenginlik ama maddesel olanı. Daha iyi evler, arabalar, giysiler.

Bir yerde okumuştum 100m2lik salonları olan evlerin eskimesin diye 20 mt2lik oturma odalarında hapisiz. Nedir o zaman bu maddi tutsaklık.

Ümit edin, herkesin herkesi anlayabileceği bir yer, her baktığınızdan gülümseyebileceğiniz bir ortam, elinizde olup da farkında olmadığınız yeteneklerimizin keşfi ve her şeyden önemlisi yetiştireceğimiz bir neslin üstüne ekleyebileceklerimiz.

Dün sordular bana Tanrı olsan ne yapardın bu dünyaya diye. Benim cevabım başka bir yazının konusu ama kardeşim dedi ki “ Para kavramını kaldırırdım.”

Bir düşünün bakalım inanç, güven ve ümitten size mutluluk mu geliyor yoksa sıkıntı mı?

1 Mart 2010 Pazartesi

Narsist olabilecek miyim?

Geçenlerde arkadaşımın gönderdiği bir e-mailde bir yazı okudum ve kalakaldım, beni klavyemi tuşlamaya sevk ettiği için ona buradan tebriklerimi uçuruyorum.

Hikaye bir kadının en unutulmaz karşılaşmasıyla ilgiliydi. “Aynaya bak, anlarsın! “ diyordu yazıda. Okuduğumda saat epey geç olmasına rağmen son sürat kalkıp aynaya koştum. Banyodaki ayna daha aydınlık diye onu seçtim ve gözlerimle karşılaştım. Bakışlarımı yakaladım. Donuk ve heyecansız, hatta oldukça yorgun.

“ Aslında ben bu değilim” dedim savunurcasına ve kendi halime güldüm. Tekrar bu olmadığımı ispat etmek için aynaya bakarken arkamdaki boy aynasında kendimi göz ucuyla süzer buldum.

Balık eti sınırında, pek de cezbedici bulmadığım bedenimin bana sırıttığını görmek önce beni çok rahatsız etti. Ama sonra hızla buzdolabımın üstündeki yazıyı, beynim gözlerimin önüne getirdi.

” Parmak izin sadece senindir ve ondan bir tane daha yoktur. Sen değerlisin.”

Ay ruhum okşandı, yüzümdeki muzip gülümseme gözlerime yansıdı ve birden aynadaki görüntüm değişti kocaman bir narsisizm balonuna dönüştü. Kendimi seviyorum ve destekliyorum, derken buluştu gözlerim aynadaki benle, gözlerim şöyle fısıldadı; “ Kendimi ne olursa olsun çekici buluyorum. ”

Hepimizin yaptığı hata, medyanın ve modanın da destekleriyle mükemmellik arayışı halinde olup, kendimizi sevmekten çok eleştirmek.

Bu size biraz basit görünebilir, ama kendimiz üzerindeki etkimize ne kadar kıymet veriyoruz? Kendi önemimizin farkında mıyız? Sadece kendin için güzel olmak sorularının cevapları genelde hep kaçamaklarla dolu olur ve çok azımız – hayatımda buna evet diyenlerin olması da güzel - “ Ben, sadece benim için çok önemliyim. “ diyebiliyor.

Narsisizmin sözlük anlamı.....Kendini sevme özelliği , herşeyin olduğu gibi bununda aşırısı hastalık oluyor tabii ki ama dozunda narsisizm bence çok motive edici hayat karşı.

Şimdi deseler ki, bir adaya düştünüz ve yanınıza alacağınız 3 şey ne olur?
Bu klasik soruya cevap, cep tel, laptop gibi teknolojik aletlerle online olma haline dönüşecektir oysa siz hiç bir adaya sadece kendinizle başbaşa kalmak için ve kendinizi şımartmak için düşmeyi hayal edebilir misiniz?

Hayatta kendimizden başka gerçek dostumuz mu var ki yanımıza başka şeyler almak ihtiyacındayız? Neden başkalarının gözlerinde ve dudaklarından çıkacak 2 sözde arıyoruz kendimizi?Bizden başka bizi önemseyen var mı bu kadar derinden ve kendimizden başka kimse var mı bizi bu kadar iyi tanıyan?
Doğal olarak bizi bu kadar iyi tanıyan biriyle başbaşa kalmak ürkütücüdür ama bir kere tadına varılırsa ben eminim yalnız tatile çıkanlar, sokakta yürürken gülümseyenler artacaktır.

İnsanın bir statüsü vardır. Herşeyi yönetmek ve üstünde hakimiyet kurmak ister ama düşünmek lazım. Bilmek ihtiyacı duyduğumuz veya hakimiyet kurmayı hedeflediğimiz şey aslında nerde?

Bence kalbimizde, ruhumuzda, vücudumuzda ve aklımızda. Bizler kendi kendimizin en iyi öğretmeni ve de öğrencisiyiz. İçimizden gelen sesin mesajlarına kulak verirsek, ihtiyacımız olan bütün bilgi ve yönlendirmeye sahip olduğumuzu görürüz. Size ilişkin bütün cevapları sizden başka kim bilebilir ki?

Diyelim ki gittiniz bir medyuma ve size tavsiyede bulunmasını istediniz, ya da en iyi arkadaşınızdan size öneride bulunmasını istediniz, eğer duyduklarınız sizin içinize sinmezse boşuna zaman kaybıdır diye düşünenlerdenim. Yani siz ancak içinizdeki çocuğu kandırabileceklere inanır olacaksınız. Böyle düşünürsek medyumlar ve falcılar, üzgünüm ki işsiz kalacaklar.

Daha 2010 ilk ayları, kendi kendimizle başbaşa kalalım. Kendimize karşı ezici ve kırıcı olmadan, kendimizi tanımak için zaman ayıralım.
Geçmiş için kendimizi yargılamayalım ve gelecek için endişe duymayalım, Kendimizi ÇOK sevelim.
Farkına varmadınızsa diye söylüyorum, her birinizin parmak izi TEK!