29 Ocak 2014 Çarşamba

PATRON MUTLU SON İSTER


   

Dayanamadım ve film yazılarına hızla devam dedim. Ne yapayım vizyonda yaratıcılığımı tetikleyen filmler varsa elden ne gelir.
     Tolga Çevik sevmem aslında bu tarz stand-up’ların hiç bir türünü sevmem. Birbiri ardına patlatılan esprileri takip etmek ilk birkaç espri de iyiyken sayı 50leri 100leri bulunca midem bulanıyor hale geliyorum. Yakamı filan gevşetip antrakt lütfen diye bağırasım geliyor. Ne bileyim ben böyleyim işte. Peki ne oldu da bu stand-up tarzı film hoşuma gitti.
      İlk sebep çocuklarla sömester planı yapmak üzere izin günümde olmasıydı sanırsam, bu durum beni eğlendirdi. Herkesin işte olduğu saatte sinemada olma kaçamağı keyifliydi. Sonra çocuklarımın kızlar yerine benimle bir gün geçirmeyi arzulamış olmaları da keyiflendirmiş olmalıydı beni. Ayrıca sinemadaki yoort büfesi çokça keyiflendirmişti tartışmasız.
     
Güleceğimden emin sabun köpüğü beklentisiyle yerime yerleştim hatta çok bayıcı olursa cepten iş maillerime bile cevap veririm sandım ama hiçte öyle olmadı. Hele fragmanlarda Recep İvedik 4 beni sinir krizine sokmak üzereyken( oğlum yanımda delice gülüyodu o hayvan karakterli adamın hareketlerine, bud a daha da zıplattı sinirlerimi) film ilk dakikadan beni içine aldı. Araba, Kapadokya büyüsü, senarist olması, yazma zorlukları, konu seçimleri ve patronun sakin ve baskıcı tutumu.


Filmdeki en muhteşem kahraman, senaristin tabiriyle yan tip, Atlara horlayan adamdı bence. Yılmaz Erdoğan her zaman ki gibi muhteşem tiplemelerle filmi mükemmele yakın kılmış. En etkileyci tarafı, patronu mutlu etmeye çalışan elemanın çektiği kahrın filmin sonunda onun lehine dönmesi tabii ki. Ama daha bir çok ara mesaj vardı…

Son dakikayı bekleyip itiraz edeni döverler, 
şimdi kızı sana aşık etmen gerek,
 başına gelenin kötü olduğunu düşünmen iyi bir şey, 
aşık olmadan önce sohbetin daha iyiydi, 
hasta-doktor ilişkisine karışma, 
sevdiğin şeyden ayrılmak zordur, 
köyde bir marifet olsaydı millet kente göçmez her gün köy kahvaltısı ederdi, 
böyle gezilmez insanın yerin keyfine varması için şöyle bir ay filan kalması gerekir, 
esas oğlan hep aldatır, 
göz boyama teknikleri aşkta sökmez, 
sıradışı olman yetmez, 
hayalerinde yer aldığını görmek iyiye işarettir. 
Ve daha bir çokları…

Sonra düşündüm ki bütün patronlar mutlu son ister. Iyi kar, iyi müşteri, katma değeri fazla ürün gelişimi, kaliteli servis, az para ödemek, çok iş beklemek, çözüm odaklı olmak, çözümü olmayan konuyu çözüp gelmek, patronu üzmemek, bol satış, sorunsuz eleman, etkili sunumlar, az soru… daha nicelerini sıralayabilirim. Arada eleman harcanır ama o bölüm henüz yazılmadı.

Bir araştırmaya göre baskıcı, hafif stress ortamı yaratan, rekabete yer veren patronların elemanları daha iyi terfiler alıyormuş. Sakin, anlayışlı, kabul eden, empatik patronlarla ise kişi, hep yerinde mutlu olup atılım ihtiyacı duymuyormuş.

Hepinize mutlu sonlu günler dilerim zira hepimiz kendi hayatımızın patronlarıyız, beğenmiyorsak değiştirebiliriz.

Bilesiniz istedim…


26 Ocak 2014 Pazar

YAKIN SİLAH ARKADAŞLARIM


   


Yeni seneye girilirken farklı bir yol çizmeyi arzulayan yazılar yazılır, kararlar alınır ve heyecanla uygulama planları yapılırken Ocak ayı hüsran ayına döner sanki ve takvim ayın 1'ini gösterirken bir anda hayal kırıklıkları etrafta cirit atmaya “ ben sana dedim sen sözlerini tutamazsın” diyen egoyla başlar dansa. Öyle güzel bir harmoniyle dans ederler ki  kişiyi büyülerler. Kişi bir gün önce yazdıklarını neredeyse unutur hale gelir. Gelmesin diye blog yazımı ayın bitmeye yakın günlerinde yayına sokup sizleri motive edeyim dedim. Bu iyiliğimide unutmayın.

      Hayat kendi ekseni etrafında dönüyor. Gün iyi, gün kötü, gün keyifli, gün acıtıyor. Haberler bir moral bozuyor, bir sevindiriyor. Bir sinir ediyor, bir yüceltiyor bizleri. Seneyi güzel bir haberle kapattık- ayyakkabı kutuları diye hatırlatayım- ama sene ne yazık ki hiçte beklenilen gibi başlamadı. Herşey gene karmaşık daha da karmaşıklaşacağa benzer. Gazeteciler şanslı bu ülkede malzeme bol. Ama ben gazetelerdeki gibi bir yazı getirmeyeceğim karşınıza benimki gene gündemden uzak ama ilintili olacak.

Öğlen arası sözü vermiştim kendime. Uyguluyorum. Deniz kenarına gittim sabah iş toplantısından once, hayat farklı hareketler ister farklı oluşumlar yaratmak için. O sakinlikte kendimi dinledim bir gün doğumuna şahit olurken. Balıkçılar az önce telaşlı bir günü bitirmişlerdi oysa saat sadece 7.56.
Ellerinde çay bardakları mendirekte oturuyorlardı. Martılar balıkçıları bekliyordu, birazdan ağlardan kalanları suya atacaklar. Karabataklar heyecanlı ne kadarına martılar yetişemezse o kadarı onların. Deniz sakin güneşle sevişmesi devam ediyor henüz rüzgar başlamamış. Güneş mutlu sıcaklığına kavuşmak üzere. Taşlar kuru, üzerleri kırılgan ama biliyorlar az sonra bitince güneşle dansı deniz yutacak hasretle onu. Ve ben, o sessizlikte iki şey düşünüyorum;
Ne güzel bir evrende yaşıyorum... ve
Şükür ki sevenim var.
    "Sevenim var," noktasında bir duruyorum. Geçen günkü konferansta not defterime aldığım notun sayfasını açıyorum heyecanla ve karşıma çıkan söz dizisi “Yakın silah arkadaşların kimler?” Osman Serim bunu birbirine yakın olan alet edevat için (sac-wok) söylerken, benim sol beyin yerini sağ beyine bırakmış ve yazının yanına söyle not almış; “Yanına bak!”

     Yanımda gerçekten bir "yakın silah arkadaşım" vardı. Yani hayatımın dönüm noktalarında benimle coşan, gülen , ağlayan, sevinen, kutlayan, paylaşan.
Vay be!
Bu sessizlikte not defterimin aynı sayfasına diğer isimleri de not ettim. 8 filan… hiç fena değil… iki elin parmaklarından az. Yani gerçek.
Onlarla ben bu hayatta her yere gider, ağlar, içimi döker, dinler, paylaşır ve bol bol eleştirilebilirim. Onlar benim yakın silah arkadaşlarım! Asla arkamdan vurmayacak olanlar.
Hayatta arkanıza bunlardan bir dolu almayın. O zaman hangisi yakın hangisi -mış gibi ayırt edemeyecek hale gelebilirsiniz.
Hadi bakalım yazın arkadaşlarınızı 11 tane bulursanız maç yapalım…

Küçük bir bilgi;

 SAĞ BEYİN- Yaratıcı Zeka...

Vücudun sol tarafını kontrol eder.
Yaratıcılık, Subjektif, Hatırlama, Bütünü görme, İç güdüsel, Sezgisel, Hissetme, İşitme, Duyma, Koklama, Tat alma, Ritmik, Hatırlama, Müzikal
Dokunsal yollarla öğrenir, Duyguları serbest bırakır,

Yüzleri hatırlar,  Daha fazla risk alır, daha az kontrollüdür,
Yazılı ya da gösterilen talimatlara uyar, Problemleri bütüne bakarak çözer,
Çizimi ve nesneleri kullanmayı tercih eder,
Eşanlamlı biçimde düşünür, Benzer nitelikleri arar,
Sezgiseldir, Bütünseldir, Kendiliğindendir


SOL BEYİN -  Mantıksal Zeka...

Vücudun sağ tarafını kontrol eder,
Adlandırma, Matematiksel işlemler, Dili doğru kullanma, İnceleme Parçayı görme, Sistemli,Analiz etme, Disiplinli, Objektif Sınıflandırma, Mantık yürütme, Sıralama

Mantıksaldır İşitsel, görsel yollarla öğrenir,
Duyguları kontrol eder,

İsimleri hatırlar, Az(kontrollü) risk alır,
Sözlü talimatlara uyar, Problemleri parçalayarak çözer,
Yazmayı ve konuşmayı tercih eder, Matematiksel biçimde düşünür,
Farklılıkları arar, Rasyoneldir, Devamlıdır, 
Zihinsel ağırlıklıdır, Yapısaldır, Planlıdır

19 Ocak 2014 Pazar

Walter Mitty



Fragmanını seyrettiğimden beri aklımda…
Bloga tam hız devam…

Yakın silah arkadaşlarımı yazarken ara verdim zira bu hepsinden farklı bir duygu ile coşturdu beni. Yazabilince farkındalıkta mı artıyordur nedir başka boyutlarda çarpıyor duvarlarına her kelime. Dün nefis bir Cumartesi yaşadım. Sahip olduklarımın hepsine şükür ettim ki genelde hep atlıyoruz şükür etmeyi. Hatırlatayım şu an da okumaya ara verin ve şükür edin, alınmam beklerim……………………..

Neden Walter Mitty yazmak istedim? 
Sebebi tek kelimede saklı; “Profilinize henüz kimse kliklememiş çünkü gezdiğiniz, gördüğünüz ve yaptığınız şeyleri boş bırakmışsını. Böyle sitelerde asla bunları es geçmeyin.” diye e-harmoni sitesindeki adamın sözü oldu. Walter Mitty, hayatının o anına kadar kayda değer birşey yapmadığını söyler.  Bendeniz kalıverir karanlıkta öylece….

Walter Mitty, hayal alemine dalarak zamanla ilişkisini kesip taşlaşarak, başka anlara akmakla yaşayan, LİFE dergisinin negative film arşivinde bir çalışan. Sean’ın çektiği mükemmel kareleri dergiye yayına hazır hale getirip binlerce, milyonlarca insanın şaşkınlıkla bakmasına sebep olan kişi. Filmi seyrederseniz devamı orada anlatmaya niyetim yok.

Film boyunca kliklemek için uğraştığı, aşık olduğu kadının yanında olduğunu farkedemeyen, sosyal medyanın modernitesiyle  ona ulaşmaya çalışan bir karakter var. 
Söyleyeceklerinden çok klikleyince etkili olabileceğine inandığı  hisler var. 
Gördüklerine hemen inanan, sorgulamayan bir var. 
Kardeş, anne, geçmiş insanın hayatında ne kadar önemlidir mesajı var. 
Kendi yaptığının mükemmel olduğunu unutup içindeki potansiyeli küçümseyen var. 
Aklıyla her şeyi yapabilme gücü olduğunu unuttup hayallerinde uçan, kurtaran, öpülen, sevilen biri var. 
İş başa düştüğünde risk alabilmek var. 
Kötü yöneticiyi sevmesende iyi geçinme zorunluluğu var. 
Şirketi hakkında bir bok bilmeyen ama hasbel kader oraya yükselebilme imkanı olanları gören göz var. Fotograf sanatının detaylarının peşinden gittiğinde yakından öyle mükemmel olmadığını görmek var. 
Hayatın içinde gördükleri bir anı bazen sadece bakana ait olsun diye es geçebilenler var. 
Maceraperest insanın başkası için değil kendi ruhu için risk almalı bakış açısı var. 
Yolculuğun herzaman insanı değiştirdiği gerçeği var. 
Kendini yüceltmenin senin değil başkalarının işi olduğunu gözüne sokma var. 
Uçuk yaşamanın insanın kendi tercihi olduğu fikri var. 
Bu fimde içime işleyen herkesin içinde bir Sean O'Connel, bir Walter Mitty var.

Kaçırmayın derim…

Not:  James Thurber'ın "The Secret Life of Walter Mitty", ilk Mart 1939'da  The New Yorker 'da yayınlanmış. 
Tarihe dikkat çekerim.

3 Ocak 2014 Cuma

ÖĞLE ARASI

     

Insan yoğun çalışınca ruh ona yetişemiyor ve gece yatağa küt diye bırakıyor dayak yemiş gibi kendini. Öyle yorgun günler oluyor ki, ruh grip olasın diye dua ediyor gibi hissediyorum. “Şöyle ateşin olsun inşallah 38C’ler de ki biraz yat uzan sakinle bende dinleneyim,” dediğini duyuyorum sanki. Bende ateşlenmeyi beklemeyerek ruhuma güzel saatler yaşatmak adına –program üstüne programla dolu etraf yeter ki ben katılabileyim- öğle arası yapma kararı aldım. Her gün en az 1 saat. Bilgisayarsız, e-postasız, whatsuppsız… Dingin bir beden, kitap ve tadına varılan düşük kalorili bir porsiyonla ödüllendiriyorum ruhumu… eee yeni sene kararları hemen uygulamaya geçti.

      Geçenlerde değişik bir öğle arası yaptım. Güzel amaçla çalışan bir grupla birlikte güzel bir çalışmaya katıldım. Beklentim düşüktü sonuç ise mükemmeldi. Canım arkadaşım, sokak kızı Linet ile birlikte katıldık bu çalışmaya. Geçmiş senelerde 3 kız olarak planladığımız Gastronomi konulu sunumuza katkısı olması açısından katılma kararı aldık, aman ne iyi yapmışız. Beklediğimizin ötesini bulmamıza yardımcı olan Osman Serime’e, onu böyle bir güne davet eden ev sahibine ve beni dürtüp katılmamı sağlayan Linet’e teşekkürler.
Gelelim sunuda anlatılanlara…Şaşırmaya hazır olun çünkü okuyacaklarınız hayret verici ama önce Osman Serim kim?

     
       Yiyecek ve İçecek işletmeciliği danışmanı kendisi. 1957 İstanbul doğumlu.  Hem Türk hem Fransız. Anlamıştım zira muhteşem bir Fransızcası var. Belçika’da ve Amerika’da okumuş. 3 lisan biliyor. Bunu neden yazdım, gençler bilsin diye…ufkunuz açık olsun isterseniz lisan öğrenin ki başka kültürleride anlayabilin. Birçok uluslararası projelerde yer almış ve 15yıl boyunca THY kabin ekiplerine  uçuştaki yiyecek sunumları konusunda eğitim vermiş biri. Birçok magazinde yazıları var, bir çok sektörel dernek üyesi, bir öğrencisinin dediği gibi “Osman Serim'e saygı duymayan kimseyle tanışmadım, bunun için özel bir çabası da olduğunu görmedim.”Aynen bende de aynı duyguyu hissettirdiği için paylaştım görüşü. Mavi gözlü, çok Avrupai görünüşüyle bir göçmen Osman Serim. Zaten yerleşik bir Türk ailesinin kolay kolay izin veremeyeceği bir yol izlemiş hayatında. ( Annelere duyrulur;bendeniz dahil)

1.yüzyıldan başlayarak bugüne kadar enfes bir tarih yolculuğu yaptık kendisiyle. Tarih bilinmeden, etimolojiyi incelemeden gastronomi tek başına ne kadar boşmuş onu fark ettim. Ilk insandan bu güne kadar yeme-içme zevkinin inanılmaz boyutlarda ilerlediğini, globalleşen dünyamızda ekonomininde desteğiyle sadece karın doyurmaktan milyonlarca kilometre yol aldığımızı farkettim. Mc Donalds+ Burger King’in Almanya’da dükkan sayısının toplam 1500’ün altında iken en az 8000 noktada Türk dönercilerinin olduğunu dinledim ancak bu noktaların imajının yerlerde süründüğünü bilmenin üzüntüsünü hissettim. Milli gelirden (senede 11 bin dolar civarı) en az pay alan tarım işçisi (ortalama geliri senede 2500 doları bulmaz), geçinemeyip, geleneksel üretiminden vazgeçip, tası tarağı toplayıp büyük şehre göç ettiğini öğrendim. Bunun yüzünden bizim mutfağımızın ancak taklit bir kebab sektörüne takıldığını duymak üzücüydü tabii….  

      Bir Çin mutfağının olmadığını öğrendim. Çünkü Çin denilen devlet koca bir kıta sadece bir mutfağının olması mümkün değilmiş. Osmanlıda kahve şekersizmiş neredeyse taa Cumhuriyete kadar. 4 tane meyva Türkmüş. Kiraz, Kayısı, Kavun, Üzüm. Mantı bir Çin yemeğiymiş, üzgünüm Kayserililer. 

Türkler çayı 1900’lerde tanımış ve ülkede kimse çayı bilmezken ilk üretileni satın alanlar Kars civarında oturanlarmış. Çay bir Türk içeçeği olmamakla beraber dünyada en çok çay tüketen millette Türklermiş. 

Wok diye bildiğimiz tava aslında eski çağlardaki Orta Asya göçebelerin kullandığı sac’mış. Patlıcan Hindistan’dan Avrupa’ya oradan da 16.yy Yahudilerin İspanya’dan göçüyle Osmanlı mutfağına eklenmiş. Ama en zengin patlıcan yemekleri Türk mutfağındaymış. Zeytinyağlı pişirip soğuk yiyen tek kültür Türklermiş. Boza’da en az 2-3%alkol varmış zira fermentasyon denilen bir gerçek var . 

Siyah kahve cehennemi simgeliyor diye satılmayınca “kahverengi”ni yaratan beyin bir Türk. Biz her yola
gelebilen bir milletiz. Türkiye'de 200 Starbucks varmış, diğer zincirleri falan da hesapladığınız zaman alafranga kahve sunan 500'den fazla café. Çaycı millete 500 müesseseyi yaşatabilecek kadar insan var ülkemde. Ama olay kahve içmek değil tabii ki,  bir sosyal gereksinim.

2 tane balık cinsi dışında bütün balıkların adları Yünanistan’da bizimkiyle aynıymış ( Karadenizden göçen rumlar sayesinde), tahmin zor ama aynı olanlar; Hamsi, Palamut, Levrek…Tabii ki ayrı olanlar Kılıç ve Kalkan, Osmanlı dönemininden dolayı…
Croissant diye bilinen çöreğin hikayesi ise müthiş, onu detaylı anlatacağım zira globalleşmenin en güzel örneği bence…
Viyana kapılarına dayanan Osmanlının kuşatma için kullandığı bir ekip var “ Lağımcılar”, yani yer altını kazanlar. Bir noktadan başlayıp surun altına kadar kazarlar ve sur kapısına geldiklerinde dinamitle orayı patlatıp askerlerin direk surun içine girmelerini sağlarlarmış. Viyana içinde aynısı planlamışlar ve gündüz gece çalışmışlar amma gecenin sabaha bağlanan erken saatlerinde çalışan bir meslek grubu var… “Fırıncılar” onlar alttan gelen sesleri duyar ve hemen orduya haber verir. Daha geriden kazılarak açılan çukurla Tuna’nın suları Osmanlı lağımcılarının üzerine akıtılır. Böylece bu kuşatma neticelenemez ve Viyana Avrupalı kalır. Peki croissant bunun neresinde derseniz. Malum Osmanlı bayrağında 3 adet hilal var. 
Fırıncılarda zaferin sahipleri, aynı o hilale benzeyen içi tatlı çörekleri halka dağıtıp, bozguna uğrayan Osmanlıyı dişliyorlar. Peki bu kadar Viyana menşeli olan croissant nasıl olurda Fransız pastenelerinde Fransız ürünü olarak anılabilir? Araştırın diyecem ama yazık zamanınıza, başka şeyler araştırın diye bunu ben yazayım… Marie Antoinette bir Habsburg prensesi, Fransız kralı 16.Louis evlenmek üzere Fransa’ya giderken tüm şürekasınıda peşinden sürükleyecektir, ahçısınıda…



Bir  keyifli öğlen arası kaçamağım daha oldu, onuda diğer yazıma saklayacağım.


  Bu sene bol bol yazmayı diledim ya çay ülkesinde kahve eşliğinde devam diyorum…