26 Aralık 2012 Çarşamba

Yeni yıl karalaması...




Pek ne yazacam fenomenim olmaz benim, herzaman bir konu bulurum ama tekrara düşmemek önemli bir ayrıntı. Sıkıcı olmamalı, azıcık gülümsetmeli, kalbe dokunmalı, çıkış göstermeli ve en çokta düşündürmeli. Ben böyle yazmayı seviyorum, sadece kendim okuyormuş gibi keyifli ve samimi yazmayı seviyorum.

Malum yılbaşı; bir  yazı yayınlamam şart tabii ki. Blog açıldığından beri yazdığım yılbaşı yazılarını açtım, okudum. Mutlu oldum. Çoğu yazdıklarımı uygulamanın keyfini bir yudum kahve ve elmalı az şekerli kekle ödüllendirdim.

Ee peki bu sene ne yazılacak? diye düşünürken, sabah yatakta bulduğum “beyaz tüy”ün yardımı diyelim; vakitsizlikten okunamamış Pazar gazetesinde buldum yazı konumu...

PSİKOLOJİK YORGUNLUĞA SAVAŞ AÇIN!

İşte başlığım...
Teşekkürler "meleklerim" bana yolu gösterdiğiniz içinJ ( Beki İkala Erikli teşekkür edin dedi, ettim...)

Osman Müftüoğlu’nun yazısına göre; fiziksel yapımız ne kadar kuvvetli olursa olsun mutlaka ama mutlaka bir psikolojik güce ihtiyacımız var. Bedenimiz nefis bir Ferrari ise, içine dolduracağımız yakıt  enerjimizdir.  Bu güçlü ve çekici araba yakıtı olmadan 0 km hızında parkta bekleyecektir. Yani bedenin enerjisiz kalma haline psikolojik yorgunluk diyebiliriz. Herşeyimiz yerinde tam ve eksiksiz olsa da, tüm organlarımız tıkır tıkır çalışıyor olsa da, damarlarımız tertemiz, kanımız delikanlı kanı gibi gürül gürül aksa da, vitamin ve mineral depomuz full gösterse dahi sistemi harekete geçirecek psikolojik güç yoksa işte sorun psikolojik yorgunluk oluyor.

Hayatlarımız gittikçe zorlaşıyor, ilişkilerimiz eski anlamlarını kaybediyor, gücümüz azalıyor, huzur şarkı sözlerinde sadece. Hayat “yatay genişleme ve çoğalma” eğilimi yerine  “dikey büyüme ve daha çok üretme” peşinde. İç hesaplaşmalarımız yetersiz, bize eşlik eden sürecin aşırı hızına ruhumuzun yetişememesi hepimizin ortak sorunu. Bu sebeple hepimiz hayatın bir yerini ıskalıyor, maneviyat depolarımız azalıyor, mutluluk beklentiye dönüşüyor.
Hayatı iyileştirmenin yolu ruhumuza iyi bakmaktan geçtiğini biliriz ama nedense onu koruyacak eylemlerde bulunmayız.

Bunun adına depresyon diyorlar, türlü türlüsü var ama eğer sadece anlamsız sinirlenmeler, aşırı tepki vermeler, kolay ağlamalar, sabah yorgun uyanma şeklindeyse tam tanım psikolojik yorgunlukmuş.

Ben sadece tanı koyanlardan nefret ederim, eee şimdi ne olacak? soruma cevap isterim. Yazıda bu da mevcuttu. Yani size kurtulmanın ipucunuda veriyorum.

Dr.Gary Small’dan* Yorgunluğa reçete;

      ·  Yaratıcı olmaya bakın –    Kitabım PENCERE


·    Yeni hobiler edinmeye çalışın –    zorlansamda Zumba deniyorum.

  
 
 
 
   ·  Fırsat buldukça tatile çıkın-                                                                       Londra’ya kaçtım, yeni planlar ajandaya not edildi.    
·         Bir sosyal grubun gönüllü organizasyonuna katılın-
YSK, başka söze gerek yok.
·         Aile içi ilişkilerinizi sağlamlaştırın-
Haloween partisi verdim. Yılbaşı partisi yolda
·         Komşularınızla daha sık görüşmenin yollarını arayın –                                                                    Cuma akşamı yemek organize ettim komşumla
·         Arkadaşlık-Dostluk ilişkilerinizi güçlendirin-                                                                                     Valla hepinizi tek tek arıyorum...
·         Daha esnek olmanın bir yolunu bulun-                                   Hmmm listemde ki tek eksik!
·  Faydasız ilişkileri detokslayın-    For sure yapıyorum!
 
     ·   Az eleştirin, çok övün - Listemde bir eksik daha
Anladım...Bendeki yalancı psikolojik yorgunluk. Bu sene size  dersem “Yorgunum” valla inanmayın...
Gerçek şu ki, kendimizi kapattığımız dolapların kapakları yeni senede açılsın. Ruhumuz bedenimizle keyifli bir sene geçirsin. Yanlış denilenler bırakalım yanlış kalsınlar, başkaları için düzeltmeyelim. Yetişemiyorum derken neyi kaçırdığımıza değil, neyi hedeflediğimize bakalım. Hep hatırlayalım, vitrinde yalnız ben varım ve tek alıcı da benim. Yeni senede kendimi kendime satmanın yollarını keşfe çıkıyorum. Bu yolculuk 365 takvim günü gün sürecek ve sona ulaştığımda kendimi kucaklayıp tebrik etmeyi hedefliyorum.

Carol Bolt'un AŞK ile ilgili cevaplar kitabını rastgele açtım, " Bu işi kendi başına hallet." çıktı, yetmedi tekrar açtım" Beyaz sayfa aç" çıktı. 
Açıyorum yeni seneye bir beyaz sayfa ve diliyorum, hepinize dinç,  beklentileri ulaşılabilir, hedefleri yakalanabilir, hayallerin peşinde koşacağınız, keyifli değişimlerin, ciddi farkındalıkların ve en hayrında aşkların, sevgilerin bol olacağı bir yeni yıl diliyorum. 2013 benim için bir çok yenilikleriyle kapıda... Sizin içinde öyle olsun.
Beni takipten eksilmeyin, hepinizi çoooook öpüyorum!
*Dr.Gary Small- Amerikalı, Alzehimer üstüne ciddi araştırmaları olan yakışıklı (!) bir psikiyatristtir.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
  

9 Aralık 2012 Pazar

Mermer Bahçesi Günü


3 Aralık...Mermer Bahçesi Günü

Herşey gayet olağan. Gece güzelce uyunmuş, güneşli bir sabaha uyanılmış.
Akşam gökler boşanmış olsa da hiç uyanılmamış. Kahve-gazete üzerine whatsupplar cevaplanmış, mailler kontrol edilmiş. Gün başlamış. İş koşturmacası...
Herşey olağan seyrinde.
Oysa bugün Mermer Bahçesi Günü!
2008 senesinin 3 Aralık’tan beri bugün benim için öyle.

Fakat ilginçtir ki   bir gariplik var bu günde.  
Durgun, hiç olmadığı kadar hareketsiz sanki dokunsan parçalara ayrılacakmış gibi.
Suskun sanki dile getircek hiçbirşeyi yokmuş gibi.
Ağır, ayakları yere çakılmış gibi, nefessiz yaşıyor gibi.

Hiçbir farklılık yokken günde, her sene aynı ritüel uygulanıp mermer bahçesine yürünürken, bugün taş gibi sanki.

Değişim buysa, işte ordayım.

 
 
Sorgulayacak tek bir kelimem yok.

Açıklayacak tek bir kavramım yok.

İnanç desen o gökyüzünde...

Sevgi desen iki küçük elin değdiği kalbimde...

Aşk desen toprağın altında...

Ben desem kayıp ormanda!

Tek gerçek PENCERE!
Baktım ve geçtim içinden...

22 Ekim 2012 Pazartesi

Battaniye Keyfi


Yağmurlar boşanıyor, gökler gümbürdüyor. Nedense içimde bir gram sıkıntı yok, yaz bitecek, güneş gidecek diye...
Severim karanlıkları, saklar birçok halleri...
Severim bataniye altı soğuk günleri, kendi haline salar insanı, özenmeden yatak halinde kalırsın öylece bulaşmadan hayata.
Durur zaman, sesiszlikle mühürlenir dudaklar, oysa beynin içindede kopar bin bir türlü fırtınalar. Bazıları karar aldırır, bazıları kararları bozdurur cinsten olur bu suskunlukların. Çoğunu ertesi gün yeniden gözden geçirmeden uygulamamalı insan.
Battaniye bana annemin sıcaklığını hissettirdiğin bir başka severim onu.
Hele üstünde sevişilmiş olanı pek makbüldür! ( 50 shades of Grey okumadım ama içimde ondan çok daha iyisini sakladığımdan eminimJ)
Böyle günlerin bir kaç sessiz dostu vardır.
1)      Elindeki kitap
2)      Sevilen dizi
3)      Gazete
4)      Sarılınacak biri
    Şimdilerde elimde Paulo Chelho’nun son kitabı; Akra’da bulunan elyazmaları...nasıl keyifli anlatamam...bitmesin diye yavaştan gidiyorum desem. Sorularla döşenmiş basit anlatımıyla insanı içine çeken her biri yüreğine batan cevaplarla bezenmiş 1 parmak kalınlığında bir kitap.    
Sayfa 59:  “Hangi yöne gitmeliyim?” sorusunu vurdu yüzüme.
Kitaptaki bilge Kıpti şöyle açıklıyor; Hedefin senin ona doğru gittiğini bilirse, o da sana kavuşmak için koşacaktır. Vay vay vay yani! Hedefilerimi hep bilen biri olarak bu cevap beni pek bir sevindirdi.
     Derken diziye geldi sıra, Kuzey-Güney; ne aşk, ne ikilem...insan ne zaman evlenirmiş? Karşısındakini kendi hayatından daha fazla sevdiğinde...
Kim karşısındakini kendinden fazla sevebilir ki?
Bencilliklerini doyuma ulaştırmak için her şeyi yapan bir ırk insanlık. Hırslarını ve tutkularının denetim altında tutmayı çoğu kez düşünmez. Düşünse de  her zaman başaramaz. Evren sürekli değişiyor, yaşamlarımız ise düşüncelerimizin izin verdiği kadar buna yetişecek.
       Hemen bunun üstüne gazetede Ertuğrul Özkök gene döktürmüş. Bir taraftan gülümsetiyor, diğer taraftan değişen dünyayı izlemek acıtıyor. TNS Soffers Enstitüsü geçen Haziranda 15-50yaş kadınlar arasında bir araştırma yapmış. Yeni dünya kadınının erkek tipi! Özkkök’üde 40ından sonraki kadın profili ilgilendiriyor, beni de...bakın sonuçlar sizi de benimki kadar gülümsetecek mi!
-          Kısa saç %81 tercih, tarzan gibi uzun saçları tercih edenlerse 8%. Bruce Willis-Die Hard  keltoşları  feci out olmuş.
-          Gövdenin üst tarafında kıllı erkek %49.
-        3 günlük sakal %44( 25yaş altında bu oran %59 dikkat, yeni gençliğe)
-          Kaslı erkek %83 ama body builder değil fit kaslar!
-          Boy tercihi 1.70-1.85 arasında
-          Erkeğin gövdesinde en tercih edilir bölge( gülümsediniz biliyorum...) yüzü; 53% oranında tercih edilmiş ki ben bu grupta hiç değilim...ama 36% erkeğin poposunun önemli olduğu fikrinde ki ben kesinlikle o gruba dahilim!
        Şimdi ben gülümsemeyeyim de kimler gülümsesin...Profil çıktı kızlar, bilginize...
 
4.maddeyle ilgili yazacak birşey yoktu, attım battaniyeyi üstümden, kalktım yataktan, mutfağa yemek pişirmeye...Marsh marsh! Doyacak 2 göbiş beni bekler!

23 Eylül 2012 Pazar

TADİLATA GİRİYORUM...


Bir telaş var, yeni bir şeyler alıp giyme, kuaföre gidip bakım yaptırma, aileyle bir araya gelip hasret giderme ve hepsinden önemlisi şükretme....
Annem ve kayınannem özene bezene hazırlamışlar sofrayı, herbiri sevgilerini katmışlar her lezzete. Babalar ise ayrı gururlu, soyadlarına bağlı herkes masanın etrafında.
Eksik olmasın isterdik ama elde değil...

"Bugün Senin çalışmalarının başladığı, ilk günün yad edildiği gündür." diyor Roş Aşana Musaf duasından alıntı. İlginçtir, Yahudi geleneğine göre Roş Aşana'da, T-nrı'nın kâinatı değil insanı yarattığı günü anarız. Yaradılışın ilk günü İbrani takvimine göre 25 Elul'dur. Buna göre, Roş Aşana günü olan 1 Tişri, ilk erkek ve kadın yani Adem ve Havva'nın yaratıldığı, Yaradılışın altıncı günüdür. Yani 6.sırada olan insan, kutlamada 1.sırada yer almıştır.
Kutladığımız bu bayramda manevi gelişimimize katkıda bulunacak kararlar almakta eski bir gelenektir. *
Bizler bu bayramı simgesi olan bal ve elmayla anarız. Neden acaba?
Merak etmek çocukça bir dürtü olsada sorgulamayan insanlık biraz merakla araştırıcı ruhunu yolculuklara çıkarırsa keşfedeceklerinden ne kadar keyif alıyor.
Elma tatlıdır, en azından öyle biliyoruz. Peki balı üreten arı tatlı mı? Son derece tehlikeli, soktuğunda acılarla bizi kıvrandıran bu hayvanın ne ilginçtir ki ürettiği elmadan bile tatlı. Bu  hayatta bize acı diye gözüken olayların aslında sonucunun acı olmayabileceğine ulaştırıyor. İlginç bir bakış açısı değil mi? Bayramın sonunda elmayı bala banıyoruz ve diyoruz ki “Günlerimiz tatılıkla geçsin ve bize acı verenler sonuçta daha da tatlılıklar getirsin.”**

İşte acılarla dolu yüreğime dönüp baktım bende bu yeni sene başlangıcında, çoçuk halime seslendim. Ne zaman onu unuttuğumu hatırlamaya çalıştım. En son ne zaman yakartop oynadığımı, saklambaçta sobelendiğimi, rüzgara karşı koştuğumu hatırlamaya çalıştım. Küçük Prens sunumumdaki demiryolu makasçısının dedikleri çınlıyor kulaklarımda;
“ Hiçkimse bulunduğu yerde mutlu değil, sadece çocuklar burunlarını cama dayayıp dışarıya bakıyorlar, yetişkinler ya uyuyorlar ya da esniyorlar.”
Bir dostumun sunusundaki*** şu sözlere takıldım;
“ Yeni doğanlarda 350-400 gr. kadar olan beynin gelişerek erişkinlerde 1300-1400 gr. ağırlığa erişmesi için beynin yani sinir hücreleri arasındaki bağlantıların gelişmesi gerekiyor.Bu sinirsel bağlantılar da yaşantılardan ve yaşanılan ortam ve koşullardan çok etkileniyor.”
Anlayacağınız beynimizi geliştirirken içinde biraz çocukluk bırakalım ki yaşanan zaman keyifli olabilsin.
Peki ya zamanı ötelersek?  Kimi sorunların çözülemeyecek boyuta gelmesine sebebiyet vermiş olabilir miyiz?
Cevap belkide St. Augustinus ****dediği gibi...
 “Bir tek zaman vardır. O da “Şimdiki zaman”. Geçmiş, şimdiki zamanda bellek, gelecek ise şimdiki zamanın beklentileridir.”

 Bu durumda yeni senede kendi belleğimi gözden geçireceğim, önce katil olup, kendimi öldürmeliyim. Tüm bildiklerimi sıfırlamalı ve sonra yeniden doğmalıyım istediğim gibi biri olarak. Ancak öldürmeden önce tüm yaptığım yanlışlıkları itiraf etmeli, onlardan özür dilemeliyim.

Anlayacağınız "Tadilata giriyorum." Çevreye verdiğim ve vereceğim rahatsızlıklardan dolayı özür dilerim...
4 TEMMUZ'da görüşmek üzere...
------
*Rabi Mendi Chitrik yazısından alıntıdır.
**  Aron Moss  Kabbalah, Talmud ve uygulmalı yahudi eğitimi veren bir hahamdır. Sydney, Avustralya’da yaşamaktadır.
*** İ. Çilesiz
****Ortaçağ döneminde yaşamış olan ünlü Hıristiyan düşünürdür.  Augustinus, bir tanrıbilimci olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarındandır.

1 Eylül 2012 Cumartesi

Gidiyorum bütün ....... yüreğimde!



Evet, artık ayrılık zamanı...

Herşeyile çok keyif aldığım adanın son günleri. Bilmem sanki içimdekileri gökler hissetti diye mi yağdı yağmurlar yoksa yağmur yağdı diye mi ben böyleyim???? Bir hüzün var içimde, geride bırakmak, sevdiğinden kopmak, istemesen de gideceğini bilmek...Nasıl bir tekrara düştüm kaç yaz sonra!

İlk teşhis bize bu duyguları yaşatmıştı. Ne olacak şimdi? Ben ona bu kadar alışmışken nasıl onsuz olacağım şimdi? Bakıyorum en umulmadık anda sarmalanmışım aynı ruh haliyle, zihnimdeki karmaşasıyla salınıyorum. Birbirinden bu kadar farklı iki konunun zihnimde aynı nöronu tetiklemesi ne garip! Arkadan Tarkan'ın yüreğime dokunan şarkısı ve gözlerimden akan yaşlarla sözleri...

...Nerde şimdi o içimde
Uçuşan kelebekler
Bende o duygulardan
Hiç kalmadı eser
Biri sen biri ben
İki damla yaş aktı gözlerimden
Olmadı olduramadık
Ve aşk gitti bizden
Önce sen sonra ben
Kaydık yıldız gibi gökyüzünden
Bi türlü tutturamadık
Ve aşk gitti bizden

Benim böyle bir yaz yaşamamın itici gücü; sonsuz doğudaki o yakışıklı adama buradan şerefe diyorum… 
Eee, bunca melankoli kesin yağmur yağdığından olmalı!

Burası İstanbul’dan uzak ama bir vapur güvertesi keyfi kadar yakın, begonvil cenneti bir yer.



Düşünceler kesinlikle İstanbul’da kalmış sadece iş için İstanbul’a gidilen, herkesin herkesle aynı sokakta hatta aynı masada HAM-HAM yaptığı, aynı deniz kenarında daha önce merhabadan ileri sohpeti olmayanlarla LAK-LAK yaptığı, bol bol sebepsiz ve umarsıca herşeye HA-HAladığı, sadece HOR-HOR için birbirinden ayrılanların 2 aylık mekanı.
Bu mekanda gözden kaçmayanlar;

• Akın akın gelen kara çarşaflı kadınların yanındaki yarı çıplak adamlar.
• Fayton kuyruğuna turist sırasından girmeyen ada halkının 2 kat para ödemesi.
• Eve mal taşıyan çırakların alınlarından akan ter damlaları.
• Çöp kokularından geçilemeyen sokaklar.
• Senin müşterim-benim müşterim kavgası yaparken silah çeken arabacılar.
• Zakkum kokularını bastıracak derecede keskin sidik kokusu.
• Para cüzdanının hiç ama hiç kapanamaması.
• En sevdiği dostunu bile satıcı belleyen çocuk ahalisi.
• Ev diye bilinen ortamın sadece yatmak için kullanılan bir yer haline dönüşmesi.
• Büyüdük!afra tafraları.
• Sayıları kabarık olan ödevlerin öylece duruyor olması.
• At boklarıyla bezenmiş terliklerin altlarının silinmesi.

       Denize doydum bu yaz, yürümeye, valiz ve çanta taşımaya, vapur saatlerine yetişmeye, yemeğin her türlüsüne,çocuklarla sarılıp uyumaya, küçük alanda yaşamaya, balkondan aşağıya bağırmaya, şezlongda uzanmaya, Büyükada pastanesi’nin böreklerine, açıkhava sinemasına ve çekirdek çıtlamaya, atların sidik kokusuna, arabacının 1,5tl para üstünü vermemesine, dostlarla sohpete, selamını almayanlara selam vermeye, içmeye, Mamiş ve Baboşla kahvaltıya ve ...
Doyduğum daha çok sey var, uzatmaya değmez ama balkona doymadığımı itiraf ediyorum.






Gökyüzünün mavisi, çam ağacının esintisi, damdaki martılar ve çığlıkları, kargaların bakışları, teknelerin salınması, Sedef adasınınn yeşilliği,

Sevenlerimin ziyaretleri,







Güneşin doğuşunun umudu, bulutların yer değiştirmesinin heyecanı, salıncağın sakinliği, yıldızların orda olduğuna sadece gece şahit olmanın karmaşası, ayın evrelerindeki döngüyü ve geçen zamanın farkındalığı, ve daha bir çok şeyede doyamadan gitmek zorundayım.

Eylül'ün serin günlerinde de öylece boşluğa bakmak isterdim balkonumda ama ne mümkün İstanbul tüm telaşıyla dirensemde mıknatıs gibi bedenimi çekiyor, aksi gibi beden dirense bile zihin çekilmeye hazır, ruh ise boşlukta öylece leyleklere imreniyor.

Elimdeki pazar gazetesinin köşesinde yakaladım 4G'yi. Sanki yazın bana bir özeti gibi;

  • Gezin
  • Gülün
  • Gerçekçi olun
  • Güzelligi yaşayın…
Gelecek yaz aynı yerde buluşmak üzere arkası İstanbul’da…




Çekmek için katlandığımıza değmiş:)
Friends Forever!

HOŞÇAKAL:)


30 Haziran 2012 Cumartesi

"IN"SIDER

        İnsanın en güvenli yeri evidir. Başka bir tanımla insan kendini ancak tehdit altında olmayacağını bildiği yerlerde güvenli hisseder. Bu durumda benimde en güvenli yerim evim! Oranın dışında her yer tehdit dolu.


Benim tehditlerim panik atak yaratacak evhamlarla dolu değil, daha çok ön görülemeyecek tavırlar, sözler ya da olaylarla dolu.

12 yaşında vapurla zorla getirildiğim bu yer hayatımın en büyük kabusudur benim için. Ulaşılması bu kadar zor olan bu adacık bol tehditlere açık olarak 30 sene sonra tekrar hayatımda. O günOUTSIDERdım.
Kendimi kimselere kabul ettirme telaşımın olmadığı ama yüreğimi yaralayan sözlere karşı durmak yerine, onları duymamayı seçerek kendimi, onlardan uzak olan basit bir mahalle sokağına yerleştirmiştim. Bisikletim ve ben, bu küçük mahallenin dut bahçesinde, tren yolunda ve sokak çingeneleriyle çok mutluyduk. Telaşsız, pazarlıksız , çekişmesiz ve huzurlu.


       Günler doğdu, günler battı.

Kimi keyifli, kimi acıklı geçti ve beni bugünlere taşıdı. Kararlar verildi, bazısı bozuldu. Yeminler edildi, bazısı tutuldu bazılarıysa değişime uğramak zorunda kaldı. Kazançlar oldu, kayıplar hep vardı. Derken gün bu gün oldu ve ben değişmiş olmalıyım ki kendimi aynı adacıktaINSIDER olarak yürürken buldum!


Tanım şöyle; o camiaya ait kişi. Yani BEN!


Geceler boyu ağlayıp gitmek istemediğimi anneme anlatmaya çalışan ben, bir anda sokaklarında yürümekten keyif alan, her çiçeğin kokusunu içine çeken, her ağacın gövdesine el süren, atların çiş kokusuna tahammül eden, çarşının kalabalıklığının içinde yolunu bulan, sürekli elinde bir torba taşıyan, her yere ter içinde dahi olsa yürüyen, martılarla iç içe, bisiklete binen, balkonda iş molasında dostlarla kahve içen, gün batımına hayran kalan, rüzgarın sesini dinleyen, balıkçının önündeki kedileri kovmayan, markette 9 kişi sıra bekleyen, sevdiği dostları geride bırakabilen ben’e ne zaman dönüştüm diye meraktayım.


Korkular, tehditler ne zaman sonuçlandı da ben bu adacıkta yüzümde gülümsemeyle yürür oldum.


Ne zaman herşeyin zamanla değiştiğine ve hep doğru bir zaman olduğuna inanır oldum.


Tanımadığım insanlarla sohpetin yeni ufuklar açtığını ne zaman anladım.


Herkesin dost olamayacağını, bazılarının gündelik ilişkiler olabileceğine ne zaman kanaat getirdim.


Çok insan içinde ne zaman özümü buldum.


Yalnız kalmanın da keyif olduğunu ne zaman anladım.


Sanırım bir çoğunun cevabı aynı tarihi işaret ediyor! 26 Temmuz 2000.





Herşey ama herşey o gün değişti. Onlar hayatıma girdi ve ben, ben olmaktan uzaklaştım "BİZ"in bile ötesine taşındım.


Buzz Light Year’ın dediği gibi “ Sonsuzluk ve Ötesi,”



4AS olarak burada olmayı gönülden dilerdim ama   2 Vale, 1Dam’la ilerliyorum. Kimbilir belki yeniden 4AS günü gelir, ben gene ben olmaktan çıkar başka bir outsider anında INSIDER olurum.




Keyifli yazlar!