24 Mayıs 2012 Perşembe

“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir,” demiş Heracleitus.



“Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir,” demiş Heracleitus.

                       İnsan yaşar yaşar tecrübe eder,
Daha anlamazsan zaman tercüme eder.

Geçenlerde Facebookta’da paylaştım bu dizeleri, Sertab’ın şarkısından. Bu gün gene uçak koltuğunda 10.000mt yüksekte yazıyorum. Zaman gerçekten tercüme ediyor. İlk bu koltuğa yalnız oturduğumda kalbimi sıkıştırıp, boğazımı düğümleyen, beynimin içinde volta atan tilkiler sakinlemiş. Her yolculuk bir şeyleri aşmaya sebeptir diye boşuna demiyorlar, bu yolculuk bana eski alışkanlıklarımın dışına çıkmayı öğretti.

İlk adım lounge’da insanları seyretmek ve dergi okumakla başladı. Genelde kendi alanımı belirler, sadece bir kere ikramlardan alır, fazla göze batmayan bir köşede oturur kitabımı okurdum. Karşımdaki adam kulaklıktan süratle konuşuyordu, orta yaşlarda ve keldi. Arkamdaki masada gençten bir erkek bilgisayarına gömülmüş iş yapıyordu. Çok şık ayakkabıları vardı. Önümdeki altın kızlar grubu yarı Fransızca yarı Türkçe konuşarak tatillerinin planını yapıyordu. Garson kızın nefis yeşil gözleri vardı ve çay makinasından dem koyamayan yaş olan ama ruhunungenç olduğu giydiği kot pantalondan belli olan 70lik bayana yardım ettim. Önce TimeOut okudum, sonra Voyager ve uçak rötara geçtiğinden bir de cemiyet hayatına göz gezdirdim sadece elbise ve takılara bakarak. Ne büyük israf diye sinirlendim ama sosyal statünün belirleyicisi onlar. Çantamdaki Paul Auster mutsuzluktan deliriyor olmalıydı. İpodumla bir olmuş beni kötülediklerini duyar gibiyim.

Sonunda “Uçağa gidiniz!” harfleriyle yerimden kalktım ve kapıya doğru ilerlemeye başladım. Yolda mola ‘Narciso Rodriguez for her’ parfümünü baştan sona üstüme giydirdim, yetmedi, 2 kez Lancome maskarayla kirpiklerimi belirginleştirdim ve Dior’la dudaklarımı renklendirdim. Artık kokpite girmeye hazırdım.

İkinci adım, yolculukta yan koltuğumdaki bayanla ve hatta onuda bir adım ileriye götürerek onunda yanındaki adamla koyu bir sohpete girişmemdi. Kadın Afgan, adam ise İranlıydı. Kadın Müslüman, adam ise ateist. Türkiye’de yaşayan bir Musevi olduğumu duyduğunda yüzünde oluşan şaşkın ifade kayıt edilesiydi. Adam İran devrimiyle kaçmış ve Hollanda’ya yerleşmiş bir dişçi. Kadının durumu ise daha enteresandı. Ellerinde kınadan yapılmış resimler vardı. Her parmağında bir yüzük, burnunda hızma, başörtüsünde taşlı bir broş vardı. Üstünde ise yeşil bir yerel kıyafet.


Aslında bunlardan daha ilginç olanı sol avucundaki kocasının adının yazılı olduğu kınadan dövmesiydi. 4 hafta önce hiç tanımadığı biriyle evlendirilmiş ve Den Haag’da yaşayan inşaat işçisi kocasıyla ilk defa görüşmek üzere Afganistan’dan İstanbul aktarmalı Amsterdam’a uçuyordu. Çat pat İngilizcesiyle, pembe rujlu dudaklarıyla gerçekten bir kapaktan fırlamış bir hayaletti sanki. Gene duyuyordum kucağımdaki Paul Auster ve İpodumun bana sövdüğünü ama iyi niyetimle bu sefer çantadan çıkarmıştım onları. Afgan marka naneli sakız çiğneyip, İran’lı adamla dünyadaki farklı yazarlar hakkında konuştuk. İstanbul’un nefis bir şehir olduğunu söyleyen İranlı adam eğer dişimle ilgili bir sorunum olursa onu arayabileceğimi söyleyerek bana kart vizitini verdi. Kadın ise kokpitin sıcaklığından midesi bulanınca bana doğru yanaşıp, başını omuzuma koyunca şoka girme sırası bendeydi. Sonunda uçak inişe geçti ve kadının yüzündeki heyecan tarfisizdi. Sürekli aynı şeyleri tekrar ediyordu, “İnşallah beni çok sever, çünkü ben onu çok seviyorum.”

Üçüncü adımda bir film seyretmek vardı. Uçak koltuk aralıkları dar ama konforlu bir uçak. İçerisi ölümüne sıcak olmasına ancak başımızın üstündeki klima şiddetle soğuk üflüyordu. Film seçenekleri arasında Oscar’a aday gösterilen ama hiçbir dalda ödül almayan Çok gürültülü ve Çok yakın ( Extremely high, Incredibly loud) Jonathan Safran Foer’in romanından beyazperdeye aktarılan filmde 11 Eylül saldırılarında babasını kaybeden 9 yaşındaki bir çocuğun öyküsü anlatılıyor. Yıkım olarak kabul ettiğimiz kitlesel bir politik oyunun, vahşileşmeden, çirkinleşmeden ne kadar dramatik bir görsel şölene dönüştüğünü izledim 2saat boyunca. Ana fikri sakın aramaktan vazgeçmeydi...Bunu artı haneme yazdım. Çünkü hepimiz bazen kısa yolu seçip yelkenleri suya bırakıp inanmaktan vazgeçiyoruz. Paul Auster ve ipod artık isyandaydı. Ne oluyor bu kadına diye aptal ifadeyle bana bakıp soruyorlardı, neden bizimle ilgilenmiyorsun diye...

Ama dedim ya her yolculuk bazı şeyleri değiştirir diye...

Son adım havaalanına inince hemen işe girişmek yerine rötar yapmış uçağıma 35dkda ben ekleyerek free shopu gezip nefis bir appeltaart eşliğinde sert bir espresso oldu. Paul Auster ve ipod artık kahkaha ile gülüyorlardı. Bu kadın delirdi diye...




Delirmedim ama bazı şeylerin farklı olmasını istedim diyelim, belki bu tanımım Paul Auster’i ve ipodumu rahatlatır .

Ve son son adım, erkek arkadaşından ayrılan dostuma destek olmak yerine, ona kendisine inanmasını ve yalnız olmaktan korkmamasını söylerken, kendimin ne kadar şanslı olduğunu farketmek oldu.

Zira gene doğum günümde havadayım. Uzaklardayken bile haneme yazılanlarla güçlendim!

1 e-card greeting, 2 whatsupp'tan sesli tebrik, 5 Whatsupp’tan yazılı tebrik, 1 dergi köşesi yazısı ( http://xlhayat.com/yaziDetay-206--Avrupa-cikarmasi.html )  1 komik klip eşliğinde tebrik,62 Facebooktan tebrik,1 Facebook’tan doğumgünü kartı, 11 Sms’ten tebrik, 2 email’den tebrik, Finansbank, Akbank,Yapikredi ,Morhipo,Teknosa, Kangurum, Gittigidiyor, Miles-Smiles,Türk Telekom, Hepsiburada, Swatch,Turksat, VE tabii ki yurtdışındayım diye cevap vermediğim bir çok kimliği belirsiz telefon...

Beni bu kadar şımarttıkları için aileme, dostlarıma sonsuz teşekkürler. İyi ki anam beni doğurdu ve iyi ki sizler varsınız...

5 Mayıs 2012 Cumartesi

NEYİN PEŞİNDEYİM?

          


          Kaç zamandır ekranda blog için birşeyler karalamıyordum. Aslında karalıyorum ama yayınlamıyorum. Nedense yayına layık görmüyordum yazdıklarımı...Neden acaba bu suskunluk derken bu gün bir facebook yazısı beni adeta dürttü, yaz kızım diye.


     Geçenlerde bir dostumun blog yazısını okudum, “444 0 Şefkat” diye, acaba insanlar için böyle bir hat kurulsa kitlenir mi telefonlar diye düşünüp iki satır karalamaya başlamıştım ama olmadı...Duygular dile gelmedi satırlar pek bir sakil kaldı. Sevmedim kayıt edip gömdüm bilgisayarın hafızasına. Derken dün bir arkadaşımın facebook notlarına etiketlendim. Sessizlik bölmüştü düşüncelerini. Etkilendim tabii ki. Sessizlik nasıl böler düşüncelerimizi, sözcükler anti depresan görevi görür mü? Hemen birşeyler yazdım, ama sevmedim, midem fazlaca doluymuş gibi ağır geldi, gömdüm onuda hafızaya.

       Derken "The Best Exotic MariGold Hotel" geldi. Türkçe’ye "Hayatımın Tatili" gibi aptal bir tercümeyle çevrilmiş. Oldum olası bu filmlere neden Türkçe isimler bulurlar diye sinir olurdum. Bu tercüme iyice arttırdı sinir katsayımı ve başladım döşenmeye...Harfler teker teker sıralandı bembeyaz sayfada. Sözcüklere, cümlelere derken uzun uzun söylemlere dönüştü eylemsiz olarak. Filmin konusunu anlatmayacağım ama sadecebir satırını yazacağım, taviye ediyorum yaşlanma korkusu, ölüm korkusu ve yalnızlık korkusu olanlara seyretsinler diye. Tatil tercümesinin saçmalığını da  anlayacaklardır böylece. Film tipik bir Hint felsefesi üzerine kurulmuş. Basitçe diyor ki “ Sonuçta herşey iyi olacaktır, eğer iyi değilse demek ki henüz sona ulaşmamışsındır.” Bende yazamadığım için demek ki henüz sona ulaşmamışım derken işte bugün olan oldu...

“Aklınızda kalanın mı peşine düşersiniz, aklınızı başından alanın mı?”

İşte beni gecenin bu vakti yazmaya sevk eden sözcük dizisi buydu.

Cevabı tabii ki kişisel olacak ama ben kendi tercihimi okur okumaz yaptım!

Aklımda kalanın peşine düşerim.

Neden bu seçenek daha cazip diye kendime sorunca, bunun daha mantığa yakın olduğu fikrine kapıldığımdan olsa gerek. Bir hava burcu olarak ayağı yere basan fikirler, hayaller bana daha uygun.

Aklımı başımdan alanın peşinden gitmek çok maceracı bir durum. Macera tehlikelere açık, dolayısıyle bilinmezlikler fazla, tedirginlik verici, mantıksız ve nokta.

Oysa diğeri bana üç nokta... yani devam ediyor. Aklımda kalan benimle, hayallerimle yürüyor. Hergün canlı, her gün çekici ve her gün yepyeni. Bu düşünceyle aklımda kalanları yazmayı deniyorum. Liste fena değil;

Çok eskilere gittim, ilk aklımda kalan kırmızı bir elbise.

Onunla dolaşmak için neleri vermezdim. Yaşım 40-18gün sonra 41- hala kırmızım yok. Cesaret edemedim.






Sonra sırt çantasıyla tren seyahati.

Gidecek adam bulamadım. Kimse bu kadar çılgın değildi etrafımda. Yaşım 40-18gün sonra 41- hala sırt çantam yok. Cesaret edemedim.




Daha sonra başka bir ülkeye yerleşmek.

Yeni bir hayat, yeni bir ümit. Yaşım 40-18gün sonra 41- hala aynı mahalledeyim. Cesaret edemedim.





En çok istediğim, tüylü kocaman bir köpek.

Nasıl huzurlu ona sarılmak, nasıl karşılıksız sallanır o kuyruk. Ne büyük bir soumluluktur. Yaşım 40-18gün sonra 41- hala köpeğim yok. Cesaret edemedim.







Ve kalbimi çalan o bakışlar.

Her yerde onu hissetmek. Yan yana olmadığında özlemek. Yana yana olduğunda dokunamamak. Yaşım 40-18gün sonra 41- seçimim yalnızlıktan yana. Cesaret edemedim.







Ve final, anne olmak.

Onu sarıp kollamak, bebek kokusunu yaşı kaç olursa içinde hissetmek. Kendini adamak ve sadece kayıtsız şartsız verebilmenin derin mutluluğunu yaşamak.

Yaşım 40-18gün sonra 41- 12 senedir ANNE’yim. Cesaret edip yaptım! Sonuç nefis, tatmin edici.



Bu durumda dönüp aklımda kalan diğerlerine bakıyorum. Sanırım hepsinin tek tek peşine düşme zamanındayım! Zaten Hıdırelez geldi, kapıda; bahçede de gül ağacı mevcut...Bana müsade, siz okurken ben listemi gömüyor olacağım.