24 Kasım 2015 Salı

YOL BAĞI








Hep derler ya tebdili mekanda bereket vardır. Hem mecazi, hem de gerçek anlamda yol almak her zaman iyidir. Bu hafta kulağıma çalınan " YOL BAĞI" sözü yüreğimde önemli bir yere dokundu. 

Kendime sordum bağ kurmak nedir?

Aklıma gelen ilk bağ, GÖBEK BAĞI, annemle aramda ilk günden başlayan ve ömrüm boyunca devam edecek olan koşulsuz sevginin bağı. Hiç bozulmayan, zaman içerisinde bir sürü pürüzler oluştursa da asla kopmayan bu bağın ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu hissedince içime bir sıcaklık geldi. 









Sonra SEVGİ BAĞI, karşımızdakinin almak istediği ve ona vermek istediklerimiz için çaba gösterir böylece aramızda bi,r sevgi bağı oluştururuz. Çaba ettikçe devam edecek, bir taraftan can yakarken, diğer taraftan çokça mutlu kılacak bu bağın değeri paha biçilmez.
 
Ve DOSTLUK BAĞI, insanlar yalnızlığın gerçekte ne olduğunu, nereye varabileceğini pek kavramazlar; çünkü sevginin olmadığı yerde yaşayamaz, kalabalık ortam onu yalnızlıktan kurtaramaz. Dostluk kurma ihtiyacı bu yalnızlığın giderilmesi ihtiyacından doğar. Peki günümüzün sayılarla kuşatılmış sanal dünyasında dostluk bağından söz edilebilir mi? Facebook’taki arkadaş sayımız mıdır bağ kurduğumuz dostlar? Telefonumuzda kayıtlı olanlar mıdır bizi birbirimize ve dünyaya bağlayan?

Ya GÖZ BAĞIna ne demeli. Bir şeyleri görmenize engel olan. Bazen isteyerek taktığımız, bazen de taktığımızı bile fark etmediğimiz.

 Küçük Prens’in dediğini anımsıyorum; İnsan ancak yüreğiyle doğruyu görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez.





İşte en özel olan bağ; GÖNÜL BAĞI. 
Bağlanırız onlara, karşılıklı ya da karşılıksız. Severiz, sayarız, koruruz. Onlarla sevinip, üzülür belki de acı çekeriz. Ama ne olursa olsun gönlümüze girmişlerse bağlanırız. 'Vardır bir iyisi,' der sineye bile çekeriz.
Ancak ne olursa olsun bir gün giderlerse, ya kendi isteyerek, ya biz çıkartarak ya da mevladan yana, işte o an gönlümüz kalır, aklımız kalır  hatta ruhumuz incinir, yürek yanar. Belki yas tutulur ne sebepten olursa olsun. Yaş akar gözden.. Dönüşü olmayan bir yola sürükler bu haller bizi.
Işte bu gönül bağı denilen, kesilemez, sırtımıza küfe ya da ömür boyu yürekte taşınır.


Bunun en kuvvetli bağ olduğunu düşünürdüm ta ki YOL BAĞI kelimesini duyana kadar.

Ne olabilir yol bağı?
Neden etkilendim?

Hayatının hareketli bir anında biri ya da bir şey çıkar karşına. Aslında sebebi vardır ama bilinmez. Sana bir şey anlatmak, farkettirmek, sözlendirmek adına çıkmıştır.


Şu sensörlü aydınlatmaları düşünün. Ileri adım atınca yanarlar ve yolumuzu aydınlatırlar ya. Işte yol bağı tam da böyle bir şey sanki. Kalbinize bir şey fısıldar ve siz ileriye doğru bir adım atarsanız ve birden yol aydınlanır. Geriye dönüp o adımı attırana şükranla bakarsınız. Ne kırgınlık ve küskünlük ne de yürek acısı vardır geride kalan için.
Tam tersine, zihninizin, yüreğinizin en derin yerine adını kazırsınız. Her hatırladığınızda yüzünüze bir gülümseme yansır, yaşattığı acı bile olsa ne yazar, o adım sayesinde atılmış, yol o zaman aydınlanmıştır. Hep hatırlarsın ondan öncesini ve sonrasını.
İşte bu yüzden hepsi olsun ama en çok yol bağım olsun derken buldum kendimi.




Hayat her gün bize sayısız fırsatlar sunuyor. Onları bize farkettirenler iyi ki varlar. 
Bu vesileyle hayatımdaki tüm "YOL BAĞLARIMA" şükranlarımla. 
İyi ki bağ kurmuşuz.


Hayatın bize ne getireceğini bilme şansımız olmadığına göre ilerlemeye devam.
Ben hep yoldayım, dörtyol ağzında karşılaşmak üzere.
 




16 Kasım 2015 Pazartesi

PERGEL



Bir ayağı dünya, bir ayağı hayalperest.
Bir ayağı beden, bir ayağı evren.
Bir ayağı akıl,bir  ayağı yürek.

Google ettim pergel kelimesini karşıma ilk çıkan "Geometri" oldu. Herhangi bir boyutun ölçümünde, herhangi bir şeklin oluşturulmasında, doğa gerçeklerinin anlaşılarak evrensel yasaların bulunmasında yararlanılması ve kullanılması gereken bilimin temel aleti pergel. Tüm pozitif bilimlerin ve teknolojinin temeli ve en önemli ögesi olan geometride pergel  önemli bir alettir.

İlkokuldan beri biliriz pergeli. Çember çizmeye yarar. Onsuz çizmek mümkün değil. Aynı zamanda pergel, evrenin ve doğa gerçeklerinin sonsuzluğunu simgeler. Fakat aynı zamanda insanın düşünce olanağının ve akıl yeteneğinin doğa karşısında sınırlı kaldığını da simgelediği düşünülür. 
Bir başka değerlendirmeye göre çember, çiziminde bir noktadan başladıktan sonra hiçbir geometrik değişime uğramaksızın gene aynı noktaya dönülmesini sağladığı için, “ne başlangıç ne de son” sayılır. 
Yani başlangıç ile son özdeştir. Bu görüşe göre çember, “evren” kavramını simgeler. Benimde kulağım bu haftaki derste buna takıldı.

Hani bir baş ve son yoksa, sonsuz döngüyü yaşarken neden mutsuzluk yaratıyoruz ki?

Leonardo da Vinci, ünlü “Vitrivius adamı” isimli çalışmasında bir insan figüründeki oranlardan yola çıkarak, insanı hem bir kare hem dairenin içine oturtmuştur. Bu çalışması ile bizim hem ruhsal hem de maddi bir varlık olduğumuzun en zarif kanıtlarından birini gözler önüne serer. Leonardo’nun eserinde bir bütünün parçası olan tüm parçalar (toplam boyun göbeğe oranı, dizin bacağa oranı ) altın orandadır.
                             
Bu kadar mükemmel yaratılınca nasıl oluyorda basit duygulara esir oluyoruz?

Pergel bir yandan gerçeklerin araştırılmasındaki ölçüyü, bir yandan da bireysel dilek ve tutkuların sınırlı tutulmaları gerektiğini simgeler.  İnsanın, evrenin boyutlarıyla karşılaştırıldığında küçüklüğünü, zaman ile karşılaştırıldığında ise yaşam süresinin kısalığını anlatan simgedir.

Durum böyleyken şu kısacık ömürden keyif almamak neden?




Pergel, çember ve evren tabii ki bizi doğaya götürmeli ve herşeyin ne kadar güzel, mükemmel bir formda yaratıldığını gözlemlemek için zaman ayırmalıyız.






Doğayı daha iyi anlayabilmek ve modelleyebilmek için yeni bir geometriye gereksinim vardır. Bu yeni geometrinin adı “fraktal geometri”dir. 

Bu isim Fransız bilim adamı Benoit Mandelbrot tarafından verilmiştir. “Fraktal” kelimesi Latince “fraktus (kırık taş)” kelimesinden türetilmiştir. Fraktal geometrinin yarattığı evren, yuvarlak veya düz olmayan; girintili çıkıntılı, kırık, bükük, birbirine girmiş, düğümlenmiş vb şekillerden oluşan bir evrendir. Bu evren Euclid geometrisinin tasvir ettiği türden tekdüze bir evren değildir; tersine gözlemciye her ölçekte ayrı bir dünyanın kapılarını aralar. Fraktal bir nesneye bakan gözlemci, matematikdeki “sonsuz” kavramının nasıl somuta dönüştüğüne tanık olur.

Herşey bu kadar özelken biz nasıl çıkıntılarımızdan nefret edebiliriz ki?

Araştırmalarımda daha hassas bir ölçüm yapabilmek için her seferinde pergel açıklığını biraz daha küçültmemiz gerektiğini okudum. Bu durumda bir konuda daha netleşmek istersek, pergelin açık bacağını biraz daha sabitin yanına yaklaştırmak iyi sonuç verecektir.


O zaman arada bir durup baksak mı  karmaşık dediklerimize?

Kimimiz pergelin sabit ayağına odaklanmış, yaşamın sadece o ayağı üzerinde döndüğünü sanmaktayız ve pergelin sabit ucunun yeri tutması gibi sıkı sıkıya dünya hayatına sarılmaktadır. Oysaki dolaşan ayak hayatımızın çizgisini belirleyen ayaktır daha fazla önem verilmesi gereken kısımdır. Ancak şu da bir gerçektir ki, eğer pergelin sabit ayağı olmasaydı, çizgiyi çizen ayak hiç bir işe yaramazdı. Eğer düzgün bir daire çizebilmek istiyorsak, pergelin sabit ayağını düzgün bir zemine oturtmalıyız. Aksi takdirde, sabit ayak kayar ve biz bir daire çizmek isterken hayatımızı gelişi güzel karalamış oluruz.

Şimdi elinize bir pergel alın, sabitleyin bacağınızı , neleri sabitlediğinizi bir düşenerek.
Sonra önce küçük sonra genişleyen daireler çizin. Her biri siz ve hayatınızın daireleri. Her birini istediğiniz kadar büyütün ve sonsuz olmanın keyfini sürün.

Bu işlemi yaparken iç içe geçen daireleri cetvelle 16parçaya ayırıp, aralardaki boşluklara içinizden geleni tekrarlayarak çizerseniz bir mandalanız olur.

Ben kaçar, dolaşan ayağımın içindekileri düşünmeye doğru...












NOT:  sizde Mandala çizmek isterseniz Aslıhan Aksu, İlona Levi... Instagramda bulursunuz.

9 Kasım 2015 Pazartesi

Hayattaki en keyifli hırsızlık, yaşamdan keyifli anlar çalmaktır.

Hayattaki en keyifli hırsızlık yaşamdan keyifli anlar çalmaktır.
LIMMUD 2015’in özeti bu cümle işte.

Gene Kasım ve gene keyifli bir Limmud bitti. Herzaman ki gibi gene bir adım ileriye taşındım. Bu sefer slogan sanki geçmiş senelerden daha bir derindi. 
Dinle, Sorgula, Hayal et, Deneyimle, Paylaş 
İşte tam da slogana uygun bir gün geçirince sizlerle paylaşmak şart oldu. 
İyi ki yazıyorum, iyi ki varsınız ve paylaşıyorum. Dilerim  Limmud'da olan diğer kişilerde yazar da bende onların dinlediklerinden öğrenirim zira öyle güzel konuşma konuları ve konuklar var ki birini seçerken diğerinden eksik kalıyorsun. 
Bu seneki ilk saatin seçimi İlber Ortaylı oldu. 
Konu: Bu günlere nasıl geldik? 
Kişi kendi sahip olduğu geçmişini iyi bilmezse, bu gün durduğu yeri sorgulaması, yaşadığı haksızlıkları anlması ve ilerlemesi mümkün olmayacaktır. Varlığını anlamlı kılmak için şiddet uygulayacak ve akabinde hem kendine hemde sahip olduğu kültürü zarara uğratacaktır. Gelecek nesilin doğruları bilmesi için kurbana düşürmeden, doğru bilgiyle bu günkü yetişkinler olarak yazmalı ve söylemeliyiz. Türkiye etnisitler ülkesidir, yani bir çok farklı kültür ve din, dilin iç içe yaşadığı bu coğrafyada bazı adetler dini ve dili ortadan kaldırıp bizleri ortak bir kültürel yapıda topluyor. Bunu fark edip şiddet yerine, anlamak ve birlik olmalıyız. Oluşan bilinçsiz kitleler bazı şeyleri yerine getirmekte ancak o kadar bilinçsizce yapılmakta ki adeta peynir tabağının ardından kuru fasülye servisi gibi abes durumlar oluşmaktadır. Burada önemli olan peynir tabağını sunarken yanına yakışacak en güzel şarabı ve en güzel müziği harmanlayabilmektir. O zaman karşımıza güzel bir tablo çıkacak hem keyif verecek hem de anlamlı olacaktır. Bu etkin hali oluşturmak için peynir-şarap ve jazz üçlüsünü iyi tanımak şarttır. Yoksa ortaya çıkan sonuç bir hurdaya benzeyecektir. 
Bu noktada sorguladım hurda nedir? Hurdanın anlamı kullanım dışı olan malzemenin posası. Kullanım süresi dolmuş, katma değer yaratamaz hale gelmiş değerlendirilebilir ya da geridönüşebilir malzemeler bütünü. Bu tanım bana hayatımızda neleri hurdaya atıyoruz? sorusunu sordu tabi ki. Blog konusu diye yıldızla işaretledim ve kalabalık odayı terk edip yeni odaya doğru ilerledim. 

Yeni konuşmacı Özgür Bolat, 
Konu: Mutluluk ve başarı 
TedX te seyrettiğim ve Hürriyet Gazetesindeki yazılarını keyifle okuduğum Ayşe Arman'ın röportajı ile keşfettiğim bir deha. Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesinden mezun. Bir yıl New York Üniversitesi’nde burslu,  öğrenme psikolojisi eğitimi aldı. Fulbright ve Türk Eğitim Vakfı bursu ile Harvard Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde yüksek lisans yaptı. Mutlu çocuklar yaratmak için ebeveynleri eleştiren, eğitim sistemini en üst dereceden yanlış bulan biri. Bilinenden farklı doğruları bizim yüzümüze vuran gencecik bir adam. Mutluluk ve başarı kavramlarının dışa bağımlı olmaması gerektiğini söylüyor. Insanın mutlu olması içsel değerlerine bağlanmalıdır fikrinde. Dışardan gelen başarı gelmezse kişiyi utanç ve üzüntüye sürüklerken, içten gelen başarı kişide gurur ve rahatlamaya ulaştırıyor insanı. Sürdürülebilir bir mutluluk en önemli durumdur. Bunu fark etmek adına hergün sizi mutlu eden anlarınızı yazmanızı öneriyor. Bu şekilde farkındalığınız artmış ve sizi mutsuz edenleri yavaş yavaş farketmenize yardımcı olacaktır, Mesela 14m$ bir şirketi yöneten CEO eğer başarılıysa kendiyle guru duyarken, başarısız oladuğunda intihar edebilir. Oysa içsel motivasyonu olan birisi olsa başarısızlığından alacağı ders ile bambaşka yollar seçecektir kendine. Kişiliği zedelenmemiş ve mevcudiyetiyle yönetmiş olması yeterli olacaktır. Kişi elinden gelenin en iyisini yaptığını bilmesi yeterlidir. 
Kişi değerini başkalarına göre belirlememlidir. Eğitim sisteminde bunun karşılığı nottur, oysa insan not ile ölçülmemeli, kendi kişisel başarısıyla değerlendirilmelidir. Ali'nin aldığı not belirlemeyecektir çocuğun başarısını, onun başarısı kendi aldığı notun kendi gelişimindeki yerini belirleyecektir. Ödül ve ceza ile motive edilmiş bir eğitimin sonucu ancak hırs ve tutkular akabinde derin bir başarısızlık olacaktır. Hedef koyulmalı, hedefe odaklı hareket edilirken sorumluluk tamamen çocuğa verilmelidir. Ebeveynin görevi sadece teşvik edip, koşulsuz sevmeye devam etmek olmalıdır. 
Çocuğunuza şu soruyu sorarsınız sık sık, Ne olmak istiyorsun? Onun yerine şunu sorun, Ne yapmak istiyorsun? Bu soruda kişisel sorumluluklar vardır. Doktor olmak istiyorum diyen bir çocuk neden olmak istediğinide anlatırsa başarı hedefine ulaşabilir. Annem babam istiyor diyen çocuğun alacağı diplomanın sadece bir ünvandan ibaret olacağını ve hiç birşeyi değiştirmeyeceğini bilmek gerekir. Çocuk bu soruyu yanıtlarken sorumluluğunu da alır ise meslekte başarılı olacak ve hedefine ulaşmaktan dolayı aşırı tatminkar olup motivasyonu yüksek olan biri haline dönüşecektir. 
Şu kitabı okumayı tavsiye etti, From Good to Grade Jim Collins. Konusu 1965-1995 tarihleri srasında ilk 15 yıl hiç gelişme kaydetmemiş ama son 15 yılda üç kattan fazla büyümüş 11 şirketin incelemesini anlatıyor. 5 prensipten bahsediyor kitap, 
1- alçakgönüllülük 
2- kimlerle olunup, daha sonra ne yapılacak 
3- zalim gerçeklerle yüzleşmek 
4- kirpi konsepti 
5- disiplin kültürü 
Başarı mutluluk getirecektir ama dış kaynaklı yolculuklarda başarı oluşmazsa kişi kendini var edemez ve depresyon başlar. İç kaynaklı bir yolculuk ise ben ben olduğum içinle sonuçlanır ve kişilik, prensipler, değerler ve ilişkilerden oluşur. Başarı ve mutluluk için dışsal motivasyonlar olan ödül, ceza, övgü ve rekabeti hayatınızdan çıkarıp onun yerine geribildirim, tanıklık, gelişim, sorumluluğu koymak lazım. Elinden gelenin en iyisini yaptığından emin olan kişi sorumluluğunuda almış olduğundan utanç ya da üzüntü duymayacaktır.

Daha nice sorular varken kafamda mutlu başarılı düzleminde kenara koyup hızlıca yarı diet bozucu bir öğlen yemeğini hızlıca lüpleyip yeni odama mor kata koştum. Karşımda bir ilah vardı. 

Prof Dr Talat Kırış 
Konu: Hekimlik ve yaşam
Kendisi Beyin cerrahı. Tanrı yolunuzu düşürmesin ama eğer düşerseniz de onun gibi muhteşem bir cerraha düşmeniz dileğiyle demek isterim. Yaptığına aşık, kendiyle barışık ve hepsinden önemlisi empatik bir cerrah. Hastanenin ağır abilerinden olmasına rağmen, sessiz kişiliğinin altı mükemmel bir insan figürüyle donanmış. Beyni gösteriyor ekranda. Onu öyle karşımızda görmek bile heyecan vericiyken bir tümörü ya da bir hastalık için açtığında onunla bir bütün olan ellerin düşüncesi çok ironik. Karşımda iki beyin var diyor ameliyatta.  Biri benim beynim biri de hastanın. İkisininde muhteşem çalışmasını sağlamalıyım. İçsel motivasyon, Özgür Bolat haklı, başaracak çünkü olaya beyin cerrahı olarak dışsal bir motivasyonla değil, hastayı iyi edebilme içselliğiyle hareket ediyor.
 Her cerrah gibi kendini biraz Tanrı sanan ama evrende hiçbir şey olmadığını fark eden bu güzel yürek hocasını kaybedince hayata ara verip önce kanoyla kuzey kutbuna Grönland'a sonra da Güney Kutbuna Antartica'ya yelkenle gitmeyi başarıyor. Yazıyor ve aynı zamanda hobisi olan yelkeni devam ettiriyor. Dediği şey çok basit, tek yönlü yaşam olmaz. Hayallerini gerçekleştirmeden geçireceğiniz bir ömür boşa yaşanmıştır. Hem doğanın terbiye etme gücünü yaşıyor yolculuklarda hem de kendi yaşam felsefesini oluşturuyor. Delilik taşını araştırın diye bitiyor konuşma. Ameliyat edilen hasta deli iken cerrahın başındaki huniye dikkat çekiyor.

Muhteşem bir hazla dinlediğim sunum bitince kendi hayallerimi yazmış buluyorum kendimi. Onca iş stresi, bunca hayat telaşının yanında hergün hayallerimi tek tek tamamladığım için yüreğimde oluşan hazzı farkediyorum. Hemen yeni bir hayal daha yazıyorum deftere, Hindistan ve ashram. Birgün mutlaka!

Yeni odama geçmeden kahve molasında lezzetle pişirilmiş enfes keklerden ince bir dilimin hazzına vardıktan sonra gene ikilimlerle elemek zorunda kaldığım yeni odama geçiyorum. 

Bu sefer Konuşmacı Mehmet Fatih Uslu.
Konu: Gayri Müslim Edebiyatçılar.  
Genç bir edebiyatçı. Tanzimat Edebiyatı adlı çalışmasını görünce ah diyorum ah! çünkü bende bunları okumak isterdim bu günkü aklım olsaydı. Ermeni edebiyatçıları konuşuyoruz. Osmanlı’da yazılan ilk eserin Şemsettin Sami’nin Taaşşuk-I Talat ve Fitnat olmadığını, tersine Vartan Paşa adlı bir Ermeninin yazdığı "Akabi Hikâyesi" Türk romancılığının ilk temel taşlarındandır ve Ermeni harflerle ama Türkçe yazılmış olup ilk Türkçe eser olarak kabul edilmemektedir. Wikipedia onu ilk Ermeni roman olarak yazıyor. Görmek istemediklerimizden biri daha çıkar karşımıza. Aynı Bienal’de hissettiklerim gün yüzüne çıkıyor. Yakın tarih ama çok uzakmış gibi unutulmak isteniyor. Acı başka bir gerçek daha karşıma çıkıyor bir anda, o da Yahudi edebiyatı üzerine. 1492’de İspanya’dan göçüp Osmanlı'ya eklenen bir toplum olarak 1860 tarihine kadar okumaktan uzak, ancak Ladino diliyle yazılmış gazetelere sahip olduğumuzu farketmenin sıkıntısını duyuyorum. Yanımda 70'lerinin üzerinde bey bana gülümsüyor kendisi şanslı kültürlü bir aileye mensup olduğundan dedeleri bile okumuş ama dışarıda. Önümdeki 70'lerinin üzerindeki 3 hanım ise hem geçmişi anıyor hem de Fransız ekolünden bahsediyorlar. Unutulmuş bir lisan Judeo Espanyol ve Fransızca ile kazanılmış üstünlük hissinden bahsediyorlar. Ne acı insan hep birini ezerken birini yüceltiyor. Aklım gene Özgür Bolat’a kaydı. Dış kaynaklı…
Sıra yeni odaya geldi. Artık zihinde beden de ordan oraya yorgun ama ruh keyifli, enerji hala yüksek. 

Yeni odam Emin Çapa.
Konu: Yarının Dünyası

Beklerken kitapçığı karıştırıyorum ve birden ruhumda bir utanç oluşuyor neden kitapçığın diğer sayfalarını sabah okumadım diye. Keşke diyorum ve tebrik ediyorum bu fikri yaratana.

 Emin Çapa için ekonomiyi sevdiren yorumcu deniyor. Sunumuyla fark yaratan, ekonomiyi kolay anlaşılır bir üslup ile yorumlayan CNN TÜRK Ekonomi Müdürü, böylece geniş kitlelere zor sanılan konuları basit bir dille aktarıyor. Türkiye’nin bilimsel bakış açısından uzaklaştığından şikayet etmek yerine, bu konuda bir şeyler yapmak için haftada bir gün “Aklın İzi” programında birbirinden ilginç uzmanlık konularıyla izleyicinin karşısına çıkıyor. 

Yarının Dünyası sunum çarpıcı bir başlangıçla başladı. Elementler tablosundaki elementlerin hangi ülkeler tarafından bulunduğu ve bü ülkelerin gelecekte ne gibi bilimsel konularla ilgili ilerleme kayıt ettiklerini anlattı. Tabii ki ülkelerin hangileri olduğunu tahmin edersiniz. Sonuç şaşırtıcı değil. Evreni anlama yolunda haracadıkları inanılmaz araştırma bütçelleriyle Amerika bu işte başı çekiyor. Sunumda ilginç olan 3 boyutlu printerlar ile organ naklinin yapılmasının yollarının açıldığı, konuşan insani özellikteki arkadaş canlısı, yardımcı ve zeki Jibo’nun satış fiyatının sadece 699dolar olmasının mükemmelliğini izledik. Size herşeyi öğretebilen Jibo’ya farklı yazılımlar eklenmesiyle herşeyin değişeceğine işaret ederken gözlerimizde korku vardı. Ürkütücü bir geleceğe ekiyoruz ve teknoloji her zamankinden daha değerli. Evrenin sırlarına ulaştıkça herşey anlamını yitirecek ve sonunda Carl Sagan’dan Soluk Mavi Noktayı dinledik.  Sizede dinlemenizi tavsiye ederim.

Geleceğin mesleğini basitçe dillendiren Emin Çapa ( Veri Madeni Mühendisliği) içimde neyim ben ki koca evrende? sorusuyla bıraktı beni. Daha yapılması gereken çok şey var bu evren için. Kendimi bilmem, çevremi dinlemem, anlamam gerek. Sonra sorgulamam lazım ilerlemek için, derken hayal edip deneyimlemem lazım. Sonunda da öğrendiklerimi, kazanımlarımı maddi manevi  paylaşmazsam neden bu evrene doğmuş olabilirim ki?

Paltomu aldım, Ahmet Hakan’ın konuşmasını atlayarak soğuk ve gündüz güneşiyle girdiğim yerden karanlıkta çıktım. Yüzümde bir gülümseme ve aklımda binlerce yeni fikirle.
Yeni Limmud’ a kadar bunları özümsemem, okumam ve yeni çıkarımlara ulaşmak dileğiyle. Seneye siz gitmeyenleride beklerim. Bu yolculuk çok keyifli. Tebrikler tüm emeği geçenlere.



5 Kasım 2015 Perşembe

Kaf Dağında kim yaşar?



Hepimiz biliriz Kaf Dağı hikayesini. 
Kafdağı, edebiyatta, özellikle masallarda, uzaklığı ve olağanüstü büyüklüğü simgelemek için kullanılan; arkasında acayip yaratıkların, devlerin bulunduğu düşünülen sembol dağdır. Prenseslere sahip olmak isteyen cengaverler, o dağın arkasındaki canavarı öldürmeli ve tüyünü Kral’a getirmelidir ki Prenses’e sahip olmayı hak etsin. Uçan kuşların bile varamadığı, tüm dağlardan daha zorlu olduğu billinen bu dağı insanlık neden zor varılan bir yer gibi tanımlamış acaba?

Dün katıldığım bal damlayan bir sohpet ortamında hocam sordu; Kim yaşar bu dağda? diye. Herkes gibi Anka kuşu dedim bende kalıplaşmış düşüncelerimle. Hocam bambaşka bir cevap verince bildiklerim sarsıldı ve tabii ki klavye tuşları etkilendi haliyle.


Ya bu Kaf dağı bizim kalbimizse? Ya orada yaşayan  O Anka Kuşu asla ölmeyen ve her seferinde küllerinden doğan kalbimiz ise. Ya O yoksa bizde yoksak. O sebepten ulaşılması çok güç ve ardında karanlıklar mı var acep? İçinde bir can suyu varsa, evreni besliyorsa. Yaşarken unuttuğumuz gönül halimizin esiriysek aslında. Yükselirken yaşamda tutunduğumuz yer bu dağ ise? Bir insanın gönlüne girebilmek herşeyse? Belki bundandır bu zorlu yollar, hak etmek gerek girmeyi.

Şimdi şu telaşlı hallere ara versek ve durup bir düşünmeye varsak, bedenimizi değil ama aklımızı beslesek. Bilinen ilimleri öğrensek, sebepsiz yaptığımız yolların bizi nereye getirdiğini farketsek, geçmişin ve gecikenlerin hesaplarını döksek, yeni yükler yükleyip sırtımıza gene Kaf Dağına yol alsak? Belki yönümüzü tayin edemediğimizi düşünüyor olabiliriz ama her durduğumuzda bir seçim yapıyoruz. Bir karar alıyoruz gitme vakti diyor yürüyoruz herşeyi ardımızda bırakıp, kalanlara gülümseyip el sallıyoruz. Yolculuk zor, tabii ki kolay  değil insanın kendine yol alması? Yüksek bir hedef olduğu için zaten adı Kaf dağı . 


Acaba gerçekten umutsuz bir durum mu ulaşmak? Yeterince çabalasak ulaşılmaz mı? Ciddi emekle ekilen toprakta bile güller açarken biz neden korkuyoruz oraya varmaya? O dağın ne kadar yakın ve uzak olacağı bize bağlı. Ulaşırım dersek nefesin kadar yakın, yoksa yıldızlardan bile uzak, canavarların ardındaki yerdir Kaf Dağı.


Kaf dağımızı fark edip, varlığı dünya hayatıyla sınırlı insani yanımız için ömür tüketirken, kalbimizin hallerini  hırslardan arındırıp sevgiye çevirmek yeterli olacaktır onu görünür kılmaya. Oradan getireceğimiz bir tüyde varlığını ispat edecektir, gülümsetip ve inanmamız için.








Son söz Özlem Tekin’in bir şarkısıyla...
Kaf daği

insan istemez oldum hayatımda
ne kadar sosyaldik zamanında
görüşmek fazla sohbet gereksiz aslında
bütün gün yattım durdum yatakta
amma ateşliydik zamanında
sevişmek fazla
değmek lüzumsuz aslında
yürüdük gittik sandık
yol bir arpa boyunda
aradık bulduk sandık
ekmek aslan ağzında
üşüdük donduk sandık
balta orda sap burada
kefeni yırttık sandık
hayat kaf dağının ardında
sorun ne sende ne bende ortamda
herkes yanlış mekanda zamanda
koşturmak fazla
yetişmek imkansız aslında

https://www.youtube.com/watch?v=5WG37YtsX0E