28 Ekim 2014 Salı

Kaleidoskop



    Ben duyunca, görünce aklıma, yüreğime düşünce duramam yazarım. Zaten hepiniz biliyorsunuz yazıyorum. Bazen nefes almadan, bazen  arabayı sağ şeridin kenarına çeki, bazen uçak koltuğunda, kimi zaman günün en karanlık anında, bazen de gün ışırken. İlham kapımı ne zaman çalar bilmem ama sükürler olsun ki çalıyor.


       
Bir arkadaşım facebooka kendi fotosunu koymus ama öyle herhangi bir foto değil bir kaleidoskoptan bakarken ortaya çıkan fotosuydu bu. Etkilenmemek mümkün değildi, aldım kağıt kalem başladım...
















Kaleidoskop "Antik Yunanca'da; kalos, eidos ve skope kelimelerinden türemiş bir kelimedir. Kalos-güzel, eidos-şekil, skope ise bakmak görmek anlamına gelir. Yani kaleidoskop, "güzel formların görülmesi" demektir.


Hepimiz çocukken en az bir kez bu oyuncağı elimize alıp oynamışızdır. Gözümüzü kısıp minicik delikten içeri bakarken önüne koyduğumuz şeklin değişip, binlerce aynı şekile dönüştüğünü, renklendiğini ve çevirdikce farklı şekillerle karşımıza çıktığını heyecanla seyretmişsizdir.
Ben o bir sürü aynı insandan oluşan görüntüden çok etkilendim.
Neydi beni etkileyen?
Aynı benden bir sürü görmek...
Rengarenk çeşitli ve her biri kendine benzeyen yanındakine hiç benzemeyen benler.
Tam gerçek hayatın açılımı gibiydi bu görsel bana.
Içimden şunu dile getirdim;
BİR ÇOK BEN



Gerçektende hepimizin içine bakarsak bir sürü “ben” görürüz. Her birinin tadı başka.
Kimi hüzünlü, kimi çözümcü, kimi çılgın, kimi akıllı, kimi alıngan, kimi çocuk ruhlu, kimi seksi belki biraz serseri, kimi mutsuz, kimi keyifli, huzurlu, yaratıcı.
Hepsi benim...
Hepsi benden bir başka renk
Nasil diyebilirim ki o ben değilim?
Nasil diyebilirim ki onun yaptıklarından sorumlu degilim?
Nasil diyebilirim ki o gerçek diğeri değil?

Her çevirdiğimde başka şekillere bürünen ben, her seferinde daha renkli ve daha farklıyım.

Ancak karanlığa doğru tutunca kaleideskopu benden hiç bir renk gözükmüyor. Sadece ışık vurunca benler dans ediyor ayrı ayrı.

Yaşamımızda da içimize asla karanlıkta bakmamak gerek ki kendimizden, yaptıklarımızdan yansıyan güzel formları kaçırmayalım
İnanıyorum ki karanlıklarda yaşanacak bir hayat boşuna geçirilmiş anların toplamıdır. Mezar taşımıza tam yaşadığımız gün sayısı yazmak adına bu kadarcık fedakarlık fena olmaz hani.

 
Şimdi bakalım o minnacık delikten ve seslenelim her bir bene “İyi ki varsın, sensiz bu görüntü bu kadar renkli olamazdı.”

20 Ekim 2014 Pazartesi

Bildiğin OT


Hiç yenilmemiş insanlar vardır.

Onlar hiç savaşmamış olanlardır!


Hayat ne hoş yol ayrımları çıkarır karşımıza. Hangi işe yatırım yapsam, hangi teklifi değerlendirsem, hangi insanı kendime eş seçsem, hangi bölümü okusam, hangi yoldan gitsem?
Liste uzar gider.

Bu listede bir kazanan birde kaybeden vardır. Zira her kapışmada bir taraf vardır. Ancak hayat kapışmalarinda taraf yok kanımca. Hakkımızda ne doğru ve ne olması gerekirse öyle oluyor. Elden gelen, seçtiğimizle bize eklenecek mutluluk. Kaderci deyin, evrenin torpili deyin, ilahi adalet deyin, evrenin mimari deyin, ne derseniz deyin ama bu döngüde bir dokunuş olduğu kesin. Belki algılarımız yetersiz, belki de sadece bir ilüzyonu yaşıyoruz.

Etrafıma bakıyorum da hergün bir sürü ölü insan görüyorum. Üstün güçlerim filan yok benim, gördüğüm sadece yaşamdan vazgeçmiş ruhlar. Yaşam büyümektir. Büyümekte sancılıdır. Yaşamı seçmek demek, acıya hoş geldin demektir. Acıdan kaçmak için uçlarda yaşayan bir dolu insan var. Uçları yaşayanlar ya gönül gözlerini kapatıyorlar yada bağımlı oluyorlar, sigara, alkol vs. İroni ise tam bu noktada karşılıyor onları, acıdan kaçarken daha büyük bir acıya düşüyorlar. Hayatımıza eklenen acıları kendimize ufak bir yara olarak eklersek, bunu minnet ve mutluluk kaynağı gibi görebilir, öfke ve acıdan uzaklaşabilirsek yaşamda izlerle yürümeye devam edebiliriz. Aksi durumda ÖLÜLER DÜNYASINA HOŞGELDİN pankartı Halloween günü gibi karşımıza çıkacaktır.

Şimdi arkanıza yaslanın, 10 dk bir düşünelim geçmişi, zira gelecek hala yaşanmadı, öngörüler gereksiz.

 Bir çok savaşa girdiniz şu ana kadar. 
Büyük çoğunluğunu da kazanılmış zaferlerle hanenize yazdınız ama  hala kendinize göre başarısız, beceriksiz ya da yetersiziz.
Vazgeçtiklerinizi düşünün, pişmanlık var mı avucunuzda? Varsa hiç zorlamadan dönüp yapıştırın kocaman bir özürü ve hızlıca toparlayın dökülenleri. Hiç bir zaman geç değildir. Atasözümüz ne der 1 sıfırdan fazladır. Geç olsun, güç olmasın.
Huzur varsa elinizde, kutlamak lazım savaştan galip çıkmışız diye. Sakladığımız o şarabı doldurup kadehimize, adımıza şerefe.

Aldığımız yaralar bedenlerimizde tabii ki de iz bırakacaktır. Onlar bizim zaferlerimiz. Her biri
bize verilmiş birer armağan. Evet belki kolay kazanılmadılar ama her seferinde kazançlı çıktığımızı da itiraf etmek erdemdir.
Arada bir yenildiysem ne olduda yenildim diye sormak iyidir, karşınıza çıkan cevap ise şaşırtıcı olabilir, " Yenilmeyi mi istedim?" 
Çünkü bazen yenilerek bedenimize işlediğimiz o derin yara bizi bir çok yeni yaradan koruyacaktır.

Şöyle bir hayal ettim, Bir gün karşıma bir yürek çıksa, pürüzsüz cildiyle, güçlü atışlarıyla etkilemeye kalksa beni. Düşer miyim bu tuzağa?
Tek bir çizik bile yoksa neyle ispat edecek yaşadığını. Yaraları yoksa, alkışlamak mı gerekir... 
Yoksa bu sanal alemden bir düşüş mü? 


Star wars filmindeki meşhur ışın kılıcını bilirsiniz hepiniz. Yoda bununla dahi hareketler yapar ve asla kendini yaralamaz. Ancak çırak Skywalker ilk harekette omuzuna darbe alır. Yoda ona şöyle seslenir: 
"Ne kadar yaran olursa, o kadar öğreniyorsun demektir. Mutluyum!"


Kendimi her halimle seviyorum diyebilmenin keyfi tarifsiz değil mi sizce de.
Yara almaktan kaçmaktansa yaraları sarabilme gücümüze inanıp, karanlıklara dalalım, sonrası ...


4 Eylül 2014 Perşembe

Hayatınızda üç seyi iyi bileceksin!

 
Hayatınızda üç seyi iyi bileceksin!
  • Beslenmeyi
  • Haddini
  • Degerini

Diyorum normal degilim ben. Bir şey okuyorum duramıyorum hemen yazıyorum. Eminim bunun bir tedavi yöntemi vardır. Mesela daha çok yazmak...
Bu söz dizesini kim söylemiş bilmiyorum, zaten ne önemi var ki sonuçta doğru demiş.
Klavye tıklasın ve çuvaldız elimde, hadi bakalım...

Beslenmeyi iyi biliyor muyuz?


Çocukluğum Caddebostan'da geçti benim. Anadolu yakası o dönemin sayfiyesi ama biz ailece “ Kanarya” apartmanda yaz kış otururuyoruz.  İki sokak yukarısı tren yolu, iki sokak aşağısı deniz. İki arada yaşardık. Her yere yürüyerek gidilirdi, yürüme mesafesinde olmayan uzak bir noktaya gideceksen, Bostancı ve ya Kadıköy, kapıları ters açılan kocaman şişman siyah dolmuslar vardı. Binmekte, inmekte pek meşakatliydi. Annem, ufak tefek küçük piliç misali pıt diye biniverirdi içine. Yerleşince de lafını esirgemez, “ Yemeyeceksin o bisküvileri ki rahat girip çıkasın,”derdi. Ay ne sinir olurdum bu dediğine alt  tarafı 5 pötibör, 2 gofret!
Işte ben.
Beslenmem için hep uyarı aldım ve genelde uygunsuz, bol keyif verici, kalorili beslendim. Zaman, zihnimi ve bedenimi olgunlaştırdıkça, sağlık ön plana çıkınca ve kandaki her testin sonucu ciddi yaptırımlara sebep olunca, beslenmeye dikkat etmenin hayatın odağı olması gerektiğine olan inancım tavan yapmış durumda. Daha yeşil beslenmek, kafeinden uzak durmak, daha lifli yemek, az alkolden keyif almak, bol sudan can bulmak, üç beyaza ara vermek gibi değişimler yapmak şart oldu. Hastalıkların bile kökeninde kötü beslenme olduğunu ne yazik ki ancak hastalanınca anlamak mümkün oluyor. Babamın özlü sözlerinden biri buraya cuk oturur. “Bedenine iyi bak ki sana uzun seneler hizmet etsin. Bir bedenin olduğuna göre onu iyi koru.
Son zamanların “Ne yersen osun!” kampanyası da yeni yüzyılda beslenmenin şeklini bize tarif ediyor galiba.
Anlayacağınız elveda börek, çörek, kurabiye, hoş geldin yulaf ezmesi, kinoa, ruşeymi...

Haddimizi biliyor muyuz?


Her önüme gelene dürüstçe fikrimi söyleyenlerdenim ben. Dan dun, neyse ne. Kırılırsa onun sorunu, yarasına basmışımdır. Bilerek kırmam ama gerçek neyse bilmeli fikrini savunurum. Oysa zamanla farklı sosyal çevrelerle karşılaştıkça haddimi bilir oldum. Biraz duruldum, biraz ölçülü söyler oldum. Her ne kadar koca ülkenin başı bize sürekli haddimizi bildirsede biz haddimizi biliyormuyuz tarışmak lazım.
Had kelimesi sözlük anlamında şöyle diyor: Sınır, uc.
 Yani kendi sınırımızı biliyor muyuz? Ne kadar kırılgan, ne kadar sinirli, ne kadar hayalperest, ne oranda aşık, ne oranda fedakar, ne oranda bencil, ne kadar başarılı, ne kadar biricik, ne kadar sevecen, ne kadar toleranslı...
Işte bu sınırları bilmezsek, içinde yaşadığımız durumlarda haddimizi aşmak bazen başarı getirse de bazen hüsran getirebilir. Sınırlarımızı kendimizin belirlediği özgür bir evrende yaşıyorsak neden başkaları bize sürekli bunu hatırlatır anlamak güç.

Değerimizi biliyor muyuz?
Zaman zaman kendinize şu soruyu sormuşluğunuz var mıdır? Kaç para ederim? Kaç kuruşluk canım var ki? Bu sorularla kendinize değer biçmişliğiniz var mıdır? Meşhur filmde  kadına biçilen 1milyon dolar kadının değerini mi ispatlamıştır? Neden değerimizi biçmeyi başkalarının eline veriyoruz ki? Terazimiz yok mu bizim?
 Toplum kendi değerimizi bilmeyi, bencil olmanın farklı bir hali olduğunu kodlamış zihinlerimize onun için değerimizi hep başkalarının terazisinde tartıyoruz.                                         Kendi değerini bilmeden aile kuran bir kişi, aile reisinin kumandasına girer; sonuç, şiddet.                                           Değerini bilmeden oy veren kişi, hükümetin kendisine hizmet için geldiğini unutur, kendisini yönetmesi için teslim olur. Sonuç biat cumhuriyeti.
Hakkını savunup hesap soracağına kendisinden nasıl yaşanılması isteniyorsa öyle yaşar.sonuç dedikodu.
Değerini bilmeyen insan, eşinin, dostunun ona verdiği değere göre anlık olarak kendini iyi ya da kötü hisseder. Sonuç kronik mutsuzluk.
Oysa değer insanın kendine biçtiği, maddiyattan bağımsız, ruhunun ağırlığıdır. Içine kattıklarıyla ağırlaşan ve ışıldayan o ruh etrafından değer beklemez çünkü kendi farkındadır değerinin. Ee siz bunca farkındaysanız kim size değersizsiniz diyebilme cüretini gösterebilir ki?
Şimdi ne yapıyoruz, iyi besleniyoruz, sınırlarımızı tanıyoruz ve bir tane olduğumuz için aynadaki güzelliğe bir öpücük kondururyoruz. Delirdin sen diyenlerede boşver sende delir hayat böyle güzel diyoruz!




21 Ağustos 2014 Perşembe

4x4 yerine 2,5luk yaşam


Bu hafta kaçtım İstanbul'dan. Yüreğimde bir dolu ağırlık, Büyükada sahillerinde denize atıp hepsini, yerine temiz hava ile doldurup, yazdım izin takvimine 3 gün, bir uçak bileti mil puanla hemde kampanyalısından ve ver elini dostların kucağın.

Daha önce beni kefif ve huzurla ağırlamış o güzel enerjili eve konumlandım. 15 senedir konuş konuş bir türlü geleme ve birden bi başına, ne koca, ne çocuk kendini buluver Bodrum'un mavisinde!
Durumda azıcık vicdan var tabii ama yanında bol bol keyifte var. Tarzım olmamasına rağmen hiç plan yok. Tam bir teslimiyet halindeyim zira dostlar benim için en iyisini planlarlar. Daha önce geldiğimizde illa alınmalı dedim diye gece yarısı Bodrum el yapımı kabak lambacısını yatağından kaldırabilen bu güzel yürekler kimbilir şimdi bana ne planlar düzmüşlerdir diye düşüne düşüne uçtum 10.000 metrede.

Gelmeden önce yaşananlar mideme oturmuş bir bütün tavuk misali...  Gazze olayları, ISID katliamları, Cumhurbakkanlık seçimi, Malezya'da düşürülen uçakta ölen canlar, TEOG sınavından sebepsiz iptal edilen sorular, Robin Williams'ın garip intiharı, Yılmaz Özdil'in ülkemde tek okuduğum gazeteden istifası, büyük adam Süleyman Seba'nın vefatı, Nuri Bilge Ceylan'ın odüllü filmi Kış uykusu...
Hepsi ayrı sarstı bedenimi, zihnimi, yüreğimi. Üstüne birde geçmişin tortuları ve geleceğin kaygıları eklenince valla boğuluyorum sandım. Hava zaten sıcak, adayı basmış insan kalabalıklığının görsel kirliliği, İstanbul desen çivisi çıkmış... Ayyy kaçmak lazım...

Kalktım geldim tabii , huzurla yemyeşil çimene her noktasından ayrı keyifli bu eve.
İlk karşıma çıkan objeyle olduğum yerde kala kaldım.
işte aynen bu fotodaki 2.5 lira ve bol bol demir anahtarlar.

İlk bakışta size birşey ifade etmemiş olabilir ama benim mideme sancı saplanmasına yetti. Yaratıcı beyin içimde deli bir rüzgar gibi esti, fırlattı beni hemen yanı başındaki ortancaların arasındaki o güzel bahar renkleriyle bezenmiş demir sandalyeye ve blog yazıma başladım.

Ben bu sene 44 oluyorum. 
Yaşımı saklama telaşında değilim! Ondan bu rahatlık ve kendim icin 4x4 bir sene planlamaktayım. Içine gezmekten, fit olmaktan, biraz sıra dışı deneyimler yaşamaktan, kalıplardan uzaklarda kalmaktan, sınırlarımı zorlamaktan, plansız yaşamaktan, ana teslim olmaktan, aşka inanmaktan filan ekiyorum yavaştan. Bendeniz o 2,5 kuruşu öylece masa üstünde görünce birden jeton "çiling" ediyor... 
Her daim 4x4 yaşanabilirken nasılda güzellikleri ıskalayıp ancak bu kadar yaşamaya razı oluyormuşum.  Bir daraldım ki sormayın. 

Allahtan bahçede "Rudiboy" var hemen yükseltti düşen modumu. İçtim bir bardak soğuk su ve demir anahtarlara konsantre olup hayatımı hep 4x4 yaşayabilmek için hangi kapılari açmam, hangilerini de sonsuza kadar kilitlemem gerektiğini yazdım.
Buyrun okuyun, 4x4 hayatın bana göre 7 anahtarı.

Philip E. Humbert adlı bir psikiyatri profesörünün yazısından esinlenerek sıralıyorum.



1. Kendini tanı. (Sokrat)
Kendi içinde yolculuk yapmak iyidir. Ben günlük tutarım. Kalbim, gönlüm, vicdanım ne der diye yazarım senelerdir. Dünyaya bilinçli bakmanın yolu iç yolculuktan geçiyor derler. Değişim dönüşüm kendinle yüzleşmekle başlıyor diyorlar öyleyse zihnimizdeki çatlakları, irademizdeki boşlukları, duygularımızı, tepkilerimizi gözlemleyebilme becerimiz gelistikce 4x4 hayata yakınlaşıyoruz demektir. Kendini tanıma yoluna girince sevdiklerinide tanırsın. Çocukların gözlerindeki sevinci, annenin kollarındaki sevgiyi, babanın omuzundaki desteği yakalarsın. Kalıcı dostlarının seni nasıl koruyup kolladığını izlersin.
Bu anahtarın açtığı kapınında hayatındaki en önemli kişilerle dolu olduğunu bilmenin keyfi bambaşka.

2. Olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol. (Mevlâna)

Eger dürüst  değilsen kendine, olsan olsan palyaçosundur karşındakilere. Davranışlarınızla, yürüyüşünüzle, bakışlarınızla, kimlerle zaman geçirdiğinizle bir bütündür kim olduğunuz. Olmadığınız birisi gibi olmaya çalışmak demek kendinizi yaşarken mezara koymak olacaktır. 
Kilitledim o kapıyı hemen 4x4 yaşamdan uzaklaşmak istemem.

3. En yukarda aşk var. (Aziz Paul)
İnsan yüreğinden akan tek şeyin kan olduğu fikrindeyken hiçte öyle olmadığını  deneyimliyorum. Aşk olmazsa, sevgi ilişkileri yoksa, biri icin özel, biri de sizin icin vazgeçilmez değilse, hayat kuru bir yapraktan farksızlaşmaz mı? 
Aşk, herşeyi bir arada tutan bir güç.
Aşk tüm enerji formlarının içerisinde dolaşan bitmeyen bir enerji.
Aşk kendini besleyen kocaman bir dünya.
ve bu dünya bizimle toprak ana arasında bir yolculuk. Bu ilahi aşkı kendime yol gösterici seçiyorum.
ve hep hatırlamak için aynaya bakıyorum. 
Açtım bu kapıyı ardına kadar  ve asla ama asla kilit vurmayacağıma söz veriyorum. Anahtarıda üstünde bırakıyorum ki aşka kapı kapanmaz diye hatırlayayım.

4. Dünyayı hayal gücü döndürür. (Albert Einstein)
Yaptığımız her şey hayal kurarak başlar. Hayat -herkes için- hayalleri gerçekleştirmek ve yapabileceğinin en iyisi, olabileceğinin en güzeli peşinde gitmektir.  Her şey bir hayal ile başlar. Zihindeki bir resim, soyut bir düşünce. Ve bu oda herzaman hayallerimizi gerçeğe dönüştüren o mekanizmayı saklar içinde. 
Hayal kurdukca firsatların çoğalmasını tesadüf diye adlandırmak gereksiz. Doğurudur ki hayal cesaret ister, ama inanin ki  cesaret sonradan inanca dönüşür ve korkularınızdan sıyrılabilirsek başarı gelir. 
Hayaller gerçeğe dönüştükçe, karşımıza çıkan fırsatları yakalayıp değerlendirdikçe devamı da gelecektir. 
Çalıştırdım makinayı ve hayaller üretiyorum korkusuzca, sürekli, daima...

5. Ya yap ya yapma. Denemek yok! (Yoda - Yıldız Savaşları)

İçerisi alev alev odanın. Korkutucu, açmayayım demek en büyük yanılgı.
Hayat seri hareket, karar ve kararlılık gerektirir. Tereddütte kalanlar geride kalır. Sorumluluk alıp hayatımızı kendimiz inşa etmeliyiz. O zaman tereddütler bir bir yok olmaya mahkum olacaktır. Zaten ne demisler, "Hayatın üstüne gitmezseniz hayat sizin üstünüze gelir." Sonra altında kaldım diye oturup ağlamamak lazım.
Hayatı basitleştirmek, sadeleştirmek bu odanın kabiliyeti. 
Basite indirge, indirge, bir kere daha indirge... 
Ne kaldı geriye diye korkma. Kalanlar tam istediklerimiz.
Yaz istekler listeni, ama kısa tutmak lazim. Kısa tutmalı ki odaklanabilesiniz. Güneş ışığına büyüteç tutmak gibi, odaklamazsanız hayatı yakamazsınız. Hayatı yaktığınızda öleceğinizden korkarsanız ölürsünüz, küllerinden doğan yeni bir anka kuşunu ıskalarsınız. 
Bu oda korkmadan yanmak için bekliyor beni.

6. Kabiliyet yoksa sanatçı olmaz, ama çalışılmadıkça kabiliyet hiç bir işe yaramaz. (Emile Zola)
Ancak akıllı, bilinçli ve odağı şaşmayan çabalar sonuca ulaşır. Tango dans edemem diyen öğrencisine Einstein dediği gibi " 10.000 kere denedin mi?"
Bu sözü çocuklarıma sıksık telefuz eden ben baktım daha üçüncü beşinci denemde pes edebiliyormuşum. Oysa çabalama sonrası olası potansiyelin yapabilecekleri gerçekleşir. 
Elması yontmadıkça elimizde sadece bir taş parçası vardır. 
Elmasın ortaya çıkması icin geçirdiği zorlu yolculuk beni hep etkilemiştir. Tüm o darbelerden ve emekten sonra nihayetinde karşımızda duran paha biçilmez ve eşi olmayan bir sanat eseridir. 
Meşhur romandaki-Simyacı- Santiago gibi yerin altındadır o değerli taş ve yerin altı hemen yanı başımızdadır. Kendine karşı kazanacağın her utku seni kusursuz güzelliğe bir adım daha yakınlaştırır. 
Girdim bu odadan hatta kapıyı üzerime bile kilitledim... 
Paha biçilmez olduğuma inandığımda kapı kendinden açılır nasılsa.


7. Hayatı yaşamanın iki yolu var. Biri hiçbir şey mucize değilmiş gibi yaşamak... Diğeri herşey mucizeymiş gibi yaşamak. (Albert Einstein)Hiç inanmadan mucizeler yaşarken ben bir günde iki çocuk annesi olmakla onurlandırıldım. Evet yaşanan onca şeyden beklediğim mucizelerim olmadı ama bizim algılayamadığımız bir devinim var evrende. Bu gün kötü gözüken yarın şansımız olabilmekte.
Ondandır ki artık diyorum, Mucizelere inanın, mucizelere açık olun, karşınıza çıkanları fark edin, takdir edin. Şükredin. 
O kapıyıda hiç kapamayın. Kapının içindeki pencereleride ardına kadar açın. 
Zira güneş girmeyen eve doktor gelir!





NOT: Bu tatili bana yar eden Lisa-Mordo-Murat-Lazar-Pelin sizi seviyorum.
Çocuklarıma bakan anam sen bir tanesin.
Anama destek babam harikasın.
Ve canım oğluşlarım bir sonrakinde beraber diyorum.

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Cennetten gelen talimatla tanıştılar!







Her şey Kanserle Dans sitesinde aynı hastalıktan eşimi kaybettiğimi öğrendiğinde başladı. Facebook mesaj kutuma "Sizinde eşiniz akciğer kanseriymiş, süreç nasıldı?" diye gelen bir mesajla başladı. Ben bu konuda destek isteyen herkese destek olurum ama nedense bu mesajı görmem çok uzun zaman aldı. Mesajı gördüğüm gün "Aşkım seni özlüyorum, her gün daha fazla özleyeceğim..." gibisinden bir paylaşım okudum sayfasında ve anladım ki ben mesaja cevap yazana kadar o çokan sürecin sonuna gelmiş. 
Biz böylelerine kaderdaş diyoruz. Kişiler farklı ama olaylar aynı olunca kullanıyoruz bu tabiri. Bizimkide böyle başladı.
Tanımıyoruz ama hissediyoruz. Ben ona başsağlığı ve sabır diliyorum, hiç cevap almıyorum ama bir şekilde arkadaş tekliflerimizi karşılıklı faceten kabul ediyoruz. Ben onu Pencere’nin sayfasına ekliyorum. Herşey orada öylece duruyor. O Kanserle Dans’a sadece bir kaç gün takılıyor ve sonra siteden çıkıyor ama ben ne çıktığını biliyorum nede beni takip edip etmediğini.
Ona yazıyorum sebepsizce, "Kanserle Dans terapisi var Cuma Lape’de, gel. Hem Esra ile tanışırsın hem de biz kaderdaş olarak bir birimizi tanırız," 
Ben terapiye geç geliyorum, o bana faceten geldim diye mesaj yazıyor ben hiç görmüyorum ayrıca tipinide iyi hatırlamıyorum. Çember salonda profesör konuşuyor 40’a yakın kişi var ben sadece birine bakıyorum, kesin bu odur diyorum hatırımda kalan face profiliyle. Seans bitiyor, biri ayağa kalkıyor, evet evet tahminim doğru oymuş, ne yapamak lazım ki, yanına gidiyorum ve birden bire sarılıyoruz sıkı sıkı...

Tanışmıyoruz, kimiz bilmiyoruz ama enerji öylesine yoğun ki tanışmışız gibiyiz. Hata 40 yıllık dost gibi. Şişli’de salak bir sokak kafesinde kahve içiyoruz, ben yemek yiyorum, acıkmışım çok ve bana yemeğimi ödemeyi teklif ediyor ama sonuçta fazlasını yiyen benim diye ben ödemek istiyorum. Bir türlü karar veremiyoruz ve biraz o biraz ben hesabı ödüyoruz. Konuşmaktan tüyü kalmamış dilimiz havanın sıcağından dışarıda, en kısa zamanda buluşup daha çok konuşalım diye ayrılıyoruz. Öylesine karşılaşıyoruz ve öylesine herkes kendi yoluna. Tek bir beklenti, tek bir söz yok.

Derken bir akşamüstü bir post görüyorum facete, Kanada’ya yerleşecek köpeği Budy’i vermek istiyor. İşte diyorum, tekrar karşılaştık. Faceten yazıyorum, cevap yazıyor ama köpek bana yar olmuyor,şartlar uymuyor,  teyzeye gidiyor. Teşekkür ediyoruz destek için birbirimize ve gene herkes kendi yoluna gidiyor. Öylesine.


Derken bir sabaha karşı faceten bir mesaj geliyor, “Sen ne zaman aşık olmuştun? Ben çok fena aşık oldum. Kötümüyüm ben?” diye. Sabahın 8’inde bu mesaja “ Saçmalama....” diye cevap yazıyorum ve o an itibariyle bir ruh eşim oluyor.
Hiç hesapsızca böyle bir soruyu, bu kadar özeline kadar bana açan bu insana bende içimi açıyorum, yazışıyoruz, saatlerce iki aşık gibi içimizi boşaltıyoruz, biraz gözyaşı döküyoruz, biraz gülüyoruz, birbirimize küfür ediyoruz, sonra da kızmadın umarım diyoruz. Dostlarımızı biribirimizle tanıştırmak istiyoruz, bir kaç saat içinde bütün hayatımızı yazıyoruz. Korkmadan, çekinmeden, belki de kimselere diyemediklerimizi aptal bir mesaj kutusuna yazıyoruz ama aslında tam karşımızdakinin kalbine yazıyoruz her satırı. En derinde kalan duyguları sıralıyoruz, sorguluyoruz hareketlerimizi, farklı olduğumuzun farkına varıyoruz. Aşkla hayata tutunduğumuz konusunda hem fikir oluyoruz. Aşkın başkasına değil kendimize olan aşk olduğu fikrinde karar kılıyoruz ama başkalarına da aşk duyduğumuzu teyid ediyoruz. Birbirimize kalpten şekiller gönderiyoruz. Yüreğimizi pır pır eden olayları sıralıyoruz. Geride bıraktıklarımızı unutmadığımızı ama hayat yolunda yürümeyi seçtiğimizi söylüyoruz. Karalar bağlamadan, kurban olmadan, yeni bir yaşam çizdiğimizi ve hedeflerimizi yazıyoruz. 

Çocuklarımız olduğu için şükür ediyoruz, onların iyi, şanslı  hayatları olsun diye temennide bulunuyoruz. Onların içinde bulundukları boktan duruma üzülmüyor, tersine bunun onların hayatındaki önemli bir basamak olacağı fikrinde buluşuyoruz. Ayakları üzerinde duran akıllı kadınlar olduğumuzu bir kez daha teyid ediyoruz karşılıklı. Gazze-İsrael savaşına hiç değinmiyoruz. Farklılıklarımızın bu olmadığının bilincindeyiz. 

Öyle iyi anlaşıyoruz görüşmeden ki bunun tek bir tanımı olabilir diyoruz. Yukarıda cennette Alp ve Tahsin buluşup “ Abi hadi bizimkileri bir karşılaştıralım da bizim gibi onlarda eğlensinler,”demiş olacağı fikrine kapılıyoruz.
Yani biz Zeyneple cennetten gelen bir talimatla karşılaştık. 

Tesadüf yoktur. Bakış açınız ve baktığınız yön değişince hayatınıza bir çok yeni ve keyifli insan katılıyor. Nereden, nasıl, ne zaman geldiğini anlayamayacağınız bir düzenin içindeyiz. Bana asla olmaz demeyin, sadece bakış açınızı değiştirin bakın neler neler oluyor. Sonra bana da yazın ki yeni kitabıma malzeme olsun....

İyi karşılaşmalar sizlere de...

14 Haziran 2014 Cumartesi

YAPICI İÇ SES




Zaman blog yazısı zamanıdır.
Yaz nihayet gelmişken yazlık bir yazı yazamadığım için üzgünüm:( 
Bir sonrakin de yazacağım, söz...

Facebook'a günde bir iki kere vakit ayırıp güzel paylaşımları, bana katkısı olacak yazıları okurum, etkilendiklerimi de beni takip edenlerle, kendi yorumumu ekleyerek paylaşmayı seviyorum. Bu bazen bir fotograf, bazen bir şiir yada hikaye olabiliyor. Videolari seyretmeye vaktim olmadigindan, cok az video paylastığımıda fark ettim.
Plansız bir iş toplantısına İstanbul trafiğinin açık olması sayesinde erken varıp, mail kutumdaki okunmamış e-mailleri okumak yerine, sakinleşmek icin Facebookta biraz gezinirken hiçte tesadüf olmayan, çokta güzel bir yazıyla karşılaştım.

Doç. Dr. Şafak Nakajima'nin “Yaşamımız boyunca en çok kimle konuşuruz, hiç düşündünüz mü?” adlı yazısı...
Yazı gece-gündüz ruh haline aldırmadan karşımızdakiyle yaptığımız bir sohpeti anlatıyor ama karşımızdaki herhangi biri degil, O, Kendimiz!


Bazen sakinleştirdiğimiz: ''Telaşlanma! Sakin ol! Bu günkü sunumunu başarıyla yapacaksın!''
Kimi zaman tavsiyede bulunduğumuz: ''Daha sade giyinmelisin! Koyu renkler seç; aşırı dikkat çekici olma!''
Nadiren de kutladığımız: ''Bravo! Bak herkes sana nasıl da hayran kaldı! Şahanesin!''
Ne yazık ki, bu konuşmalarımızda en sık rastlanan tema, eleştiridir: ''Berbat görünüyorsun!  Senden bir şey olmaz! Herkes seninle dalga geçecek!''

Işte tam da bu cümleden sonra bloga yazma kararı aldım çünkü çok keyifle bitirilen bir günün sonunda mutlu olarak oradan ayrılmışken, yastığa kafamı koyduğumda başlayan ölümcül eleştirilerle kendimi ne kadar hırpalayıp, mutsuzlaştırdığımı fark ettim.


Kendimizle sohbetin eleştiri dozu, çoğumuzun kaldıramayacağı kadar yüksektir.
Konuşma sürdükçe içimizde kaygı ve korku, utanç ve suçluluk duyguları doğmaya başlar.
Ve söylenenler, bizi motive etmek yerine, hayattan zevk alamaz hale getirir. Özgüvenimizi yerle bir eder. İyi olan hiçbir şeye hakkımız olmadığına inanmaya başlarız.





Safak hn yazısında eleştirilerin iç seslerle oluştuğunu yazmış. Bu bana Pencere adlı kitabımdaki sesi hatırlattı. Bir kaç çesit sese de dikkat çekmiş.

• Mükemmeliyetçi iç ses:
Gerçekleştirilmesi imkânsız düzeyde bir kusursuzluk ölçüsü. 
Bu ölçü çoğu kez, önemli bulduğumuz başkaları tarafından belirlenmiştir. Her şeyi hiç kusursuz yapmamızı ister ve yapamadığımız zamanlarda, eleştirinin dozunu arttırır. Hoşgörüsüz ve yıkıcıdır. Bizi daha iyi olmaya yönlendirmeye çalışır ama  giderek bir şey yapmaya korkar oluruz.


Suçluluk hissettiren iç ses:
Çoğu kez geçmişte yaptığımız davranışları, kurduğumuz ilişkileri ve seçimlerimizi, aile ve toplumun değerleriyle yargılar. Acımasız yargısıyla bizde, suçluluk duygusu ve utanç yaratır.

• Yıkıcı iç ses:
İnsan olarak değerimizi hedef alır. Bize varoluşumuzu sorgulatır. Yaşamaya bile hakkımız olmadığını hissettirir. Kaynağı çocukluk ve ilk gençlik yıllarındadır. Sevilmemiş, değer verilmemiş ve onaylanmamış bireyler, yaşamlarının ilerleyen dönemlerinde, bu kötü deneyimleri bilinç dışı yollardan iç ses haline getirir, kendilerini sevmez, onaylamaz, yaşamaya layık görmez ve "yok olmak" isterler.

Cesaret kırıcı iç ses:
Toplumun belirlediği sınırların ötesine geçmeye kalkıştığımızda, bu iç ses bizi geri çeker. Başaramayacağımızı, toplumun bizi reddedeceğini, her şeyi riske atacağımızı kulağımıza fısıldayarak. Bu ses, başkaldıran, yeni ufuklar arayan, yaşamı keşfetmek isteyen özgür ruhumuzu hedef alır.
Onu parçalamayı, yavaş yavaş öldürmeyi amaçlar.

Safak hn y
ıkıcı iç seslerimizle nasıl başedeceğimiz sorusunu soracağımızı bildiğinden, bir de kurtulma
formülü yazmış.

Kurtulma formülü ilk adım:
Başa çıkmada ilk yapmamız gereken şey, onları fark etmek. Onlardan etkileniyor, hayatlarımızı berbat etmelerine izin veriyoruz ama onları yeterince iyi tanımıyoruz.

Kurtulma formülü ikinci adım:
Sizi üzen, yoran, hayattan bezdiren iç seslerimizi tanimaktan geciyor. Onları biz kendimiz yaratıyoruz.  unutmamak lazim!
O seslerin her birinin bir amacı ve kendilerine özgü ajandaları var. Bağımsızlar.İster dikkate alın, ister dinlemeyin.
Size söylediklerinin işinize yaradığı fikrindeyseniz dinleyin ama  mantıklı olup olmadığını sorgulayın!

Kurtulma formülü üçüncü adım:
Bir kâğıdı ortadan bir çizgiyle ikiye bölüp, bir tarafına iç sesinizin söylediklerini tek tek yazın!
Söylenen doğru mu, bu günün değerlerini yansıtıyor mu yoksa geçmişe mi takılı kalmış, özgürlüğünüzü, gelişiminizi engelliyor mu?
Bu soruların cevaplarını iyice irdeleyin!
Ve çizginin diğer tarafına da, o söylemlere karşı düşünerek ve araştırarak geliştirdiğiniz kendi tezlerinizi yazın!
Onlardan öğrenebileceğiniz şeyleri öğrenin ve: ''Artık sus! Sana ihtiyacım yok! Kendim için en doğru olanın ne olduğunu biliyorum!'' diyerek onları susturun!

Kurtulma formülü dördüncü adım:
İçinizin kuytu odalarından birine gizlenmiş olan, ''yapıcı'' iç sesinizi bulup çıkarın!
Sevgi, şefkat dolu, size değer veren, yıkıcı etkilerden koruyan, hatalarınızı fark etmenize ve düzeltmenize yardımcı olan, cesaretlendiren,yaralarınızı saran, akılcı yollar gösteren iç sesinizi, kalbinizin ortasına yerleştirin!
Ve kulağınızı ondan ayırmayın! diyerek noktalamis yazısını.

Hemen aldim elime kalem kagit, aynı yukarıda verilen yöntemle kendi kurtulma planımı yazdım.
...
...
...

Yeni hikayemde bu yazıdan faydalanacağım kesin, zira yapıcı iç sesini duyabilen insanın mutlu olduğunu, hayattan keyif aldığını,  yıkıcı iç seslerle dolu egonun da insanı küçültüp yerle bir ettiğini yazmayı deniyorum. Dilerim yapıcı iç sesim bana ihtiyacım olan desteği verecek ve bende en kısa zamanda yeni kitabımla kütüphanelerinizde olacağım. 

Sizlere de yapıcı iç sesinizi keşfetme imkanı sağlayacak dialoglar dilerim.
İyi yazlar...