27 Şubat 2012 Pazartesi

PLANSIZ BİR GÜN!



“ Dostlardan aldığın her şey kaderin dışında kalır; Ancak vermiş oldukların her zaman için servetin olacaktır.”

Bu yazı kişisel gelişim kitabından bir alıntı değildir. Bu yazı, tarihimizin çok önemli bir mekanın kapısından alıntıdır.

Aklınıza nice yerler gelebilir ama inan ki hiçbiri doğru çıkmayacaktır. Bu yazı Karaköy’deki eski Osmanlı Bankası'nın, 2001’den beri Garanti Bankası'nın kültür binası olan SALT GALATA'nın girişinden bir alıntıdır.

Ben, iş saatimden kaçamakla, keyifle geçirdiğim bu plansız günü paylaşmak istiyorum sizlerle. Okul yıllarımdan aklıma yazılmış, bir çoğu hatırlanmayan, bölük pörçük sınırlı tarih bilgimin üzerine, zaman içinde ilgimi çeken uygarlıkları ve hikayeleri ekledim. Bir insanın geçmişini bilmesinin, onun ülkesine karşı bir görevi olduğu fikrini savunanlardanım. Belki o yüzden bugünkü plansız gezim pek bir keyif kattı ruhuma.

Binanın haşmetli duruşu tarifsiz. Fotograf tutkunları kaçırmayın hemen ziyaret edin. Her adım bir kare!

 Mimar Alexandre Vallaury tarafından inşa edilen bina, Galata'nın siluetinde önemli bir yer tutar. Binanın en ilginç yanı, ön ve arka cephelerinde görülen tarz farklılığıdır. Voyvoda Caddesi'ne yani Galata'ya bakan ön cephede kullanılan neoklasik ve neorönesans tarzlar, dönemin Avrupa'sında bir banka merkezinden beklenen görkemi ve ağırbaşlılığı yansıtır. Perşembe Pazarı'na yani Haliç'in ötesindeki eski İstanbul'a bakan arka cephe ise çok daha hareketli, hatta belirli ölçüde oryantalist çizgiler taşımaktadır. İki cephe arasındaki bu farklılık, bankanın batı ve doğu arasındaki konumunu simgeler gibidir.

Girişteki bembeyaz mermerin duruluğuna kapılıyor insan, sessizlikte kayboluyorsun…



27 Mayıs 1892'de hizmete açılan Osmanlı Bankası Binası, 1863 yılında kurulan Bank-ı Osmanî-i Şahane'nin, 1880'lerde başlayan yeniden yapılanma ve piyasaya açılma politikasının simgesel bir ifadesiydi. Bugün giriş katında Garanti Bankası şube ve Bölge Müdürlüklerini konuk eden bina, 1999 yılı başına kadar Osmanlı Bankası Genel Müdürlük Binası olarak hizmet verdi. 19. yüzyıl banka binalarında yaygın olarak kullanılan ve aşağıda şubede gerçekleşen faaliyetlerin yukarıdaki koridorlardan izlenmesine olanak tanıyan binanın üst katlarında ise Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi yer alıyor. Bir yandan bankacılık faaliyetlerinin gerçekleştirilmeye devam ettiği, diğer yandan Osmanlı Bankası Arşivi, kütüphanesi, sergi alanları ve konferans salonları ile bina ziyaretçilerine geçmiş ile günceli bir arada yaşatıyor.

Derken sizi gerekli katlara taşıyan modern bir asansör karşınıza çıkıyor . -1. Kat serginin olduğu bölüm. Paltoları bırakmak isterseniz nefis bir vestiyer emrinizde.

İki sergi iç içe. Bir tanesi Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Arkeoloji’nin Tarihi sergisi, diğer taraf ise Osmanlı Bankası Müzesi.

Arkeoloji’nin anlatıldığı kısımda; Yunanistan’dan Mısır’a uzanan geniş bir coğrafyadaki arkeoloji faaliyetlerini sosyal, kültürel ve politik bağlamlarıyla inceleyen sergi, yaklaşık 200 yıl boyunca Osmanlı topraklarında gerçekleştirilmiş yerli ve yabancı arkeolojik girişimleri irdeliyor. Sergiyle ilgili daha fazla bilgi edinmek isteyenlere…. http://saltonline.org/tr/#/tr/83/gecmise-hucum

Osmanlı Bankası müzesi bölümünde ise; Osmanlı Banka’sının kuruluşundan, günümüze kadar geçen serüveni, resimlerle ve çok etkileyici bir sunum tekniğiyle karşınıza çıkıyor. İlk müşterilerinin resimlerinde yakalayacağınız tanıdık isimlere şaşırmamak elde değil. Sergiyle ilgili daha fazla bilgi edinmek isteyenlere… http://www.obmuze.com/

Tüm sergi, bize geçmişten bu günlere neler kaldığını gösteren belgeler, resimler ve objelerle dolu. Etkilenmemek mümkün değil. Geçmişte insanların nasıl yaşadığı bilmek, tarihteki ve yaşamdaki gelişimi izlemek nefis bir duygu.



Arkeoloji sergisinin son bölümünde, üst üste sıralanmış birkaç tahta masayla karşılaşıyorsunuz. Ben bu sergiden çıkışta herşeyden etkilendiğim daha fazla bundan etkilendiğimi söylemeliyim. Sebebini sordum bu masaların yetkili arkadaşa- Lorans Tanatar Baruh – Kendisi, serginin bu bölümünde günümüzden geleceğe ne kalacağı konusunda yapılan bir çalışmanın sergilendiğini söyledi. Küçük bir azınlık başka şekilde birşeyleri koruma peşinde. İnsanlar, gelecek kuşaklara, bizlerin varlığını tanımaları, yaşamımızı, yeme biçimimizi, hobilerimizi, oyuncaklarımızı, giysilerimizi, yazı şekillerimizi görsünler diye bir çok obje getirip bırakmış. Konuyla ilgili kişiler, bu materyalleri eleyerek bazılarını sergiye eklemişler. Eğer sizde gelecek kuşaklara birşey bırakmak isterseniz, hodri meydan . 11 Mart son gün.

Koşun Galata’daki binaya, hem keyifli bir gün armağan edin kendinize hem de aklınıza gelen birşeyi bırakın onlara. Gelecek kuşaklara sizden de bir şey kalsın…









Sonrası da var…

Asansörler bizi 4.kata çıkardı. Harika bir manzara…İstanbul ayaklarımızın altında. Tam karşımızda görkemli Süleymaniye…



Ardından nefis bir yemek, CA’ D’ORO, keçi peynirli salata eşliğinde Blush!


Arkasından kitapçıda yetmeyen vakit…



Derken beden isyanda, tuvalet ihtiyacı son safhada, mekanı terk etmeden gitmek şart, zira yolumuz uzun Maslak’a …



Bu bina  " ÇİKOLATA " kıvamında.  Bitmesin istiyorsunuz!

Bugünü benimle paylaşan arkadaşlarıma ( Linet- Işık ) çok teşekkürler, sayenizde plansız bir gün geçirdim.


22 Şubat 2012 Çarşamba

KARANLIKTAYIM!


"Bir an için kapatın gözlerinizi...

Görmediğinizi düşünün!

Nasıl algılardınız çevrenizi?..

Duyarak, koklayarak, dokunarak, tadarak...



Heryer karanlık ama öyle bildiğimiz gece karanlığı değil. Zifiri bir karanlık! Kendini bile hissedemeyeceğin, zamansız ve mekansız bir karanlık. Bir nevi ölüm gibi, bir nevi yaşam gibi. Garip bir karmaşa. Ellerimi hissediyorum ama göremiyorum. Sesleri duyuyorum ama kime ait olduğunu göremiyorum. Tanıdık var mı bilmiyorum, tanımadığım bir bedene yakın duruyorum. Ürkek bir hayvan misali köşeme sinip oluşabilecek tehlikelere karşı tetikte bekliyorum. Her an ters bir durum olabilir diye görmeyen gözlerimin yerine bütün duyu organlarım acil durumda. Kulak pür dikkat, her an duyacağı yöne dönmek için, ellerde yumruklar sıkılmış heran korunmak adına. Yaşayan bir mekanda kendimi boşlukta hissetmenin tarifini nasıl yapabilirim bilemiyorum ama sanki bir balondayım ve uçuyorum. Koskoca bir boşluğun ortasında bedenim sahipsiz ve bir o kadar korkak!

Nerdeyim ben? Zifiri karanlıkta yemekteyim.

Neden mi? Bir kere bile olsa görmeyen insanların nasıl bir dünyada yaşadıklarını deneyimlemek adına katıldığım bir etkinlikteyim.

Tınılar, rüzgar, kokular, hisler.görenlerin gözardı ettiği şeyler, görmeyenlerin yakaladıklarıdır. Görenlerin kör oldukları dünya, onların bulup çıkardıkları hazinelerdir.

Burası Galata-Beyoğlu nda bildiğimiz bir sokak. Defalarca geçmiş olabileceğimiz bir sokak belki de. Ve ben 3 arkadaşımla Karanlıkta Tüm Bildiklerinizi Unutmak adına bütün korkularımız ve bilinmezliğimizle binadan içeri girdik.

Burada hepimiz engelliyiz! Onlar bize engelsiz misafir dese bile…

Zifiri Karanlıkta Yemek için; binaya geldiğimizde adımızı ve iletişim bilgilerimizi alan görme engelli bir arkadaş yardımıyla kayıt edildik. Sonra onlara Cep telefonunumuzu...Gözlüğümüzü...yüzük, saat ve diğer ışık saçabilecek eşyalarımızı çantamızla birlikte teslim edip, tek sıra halinde merdivenlerden aşağıya indik. Başımızda görme engelli bir teşrifatçı vardı. İlk kişi onun sağ omuzundan tutmuş ve hepimiz önümüzdekinin sağ omuzunu tutarak salona doğru ilerledik.

Yavaş yavaş aydınlıktan karanlığa doğru…

KARANLIKTA YEMEK

Galata Diyalog Derneği bünyesinde faliyetlerini sürdüren Kör Fotoğrafçılar Projesi, bir yandan görmenin iktidarı karşısında görme biçimlerini sorgularken, öte yandan toplumun “Körlük” konusundaki önyargılarını yıkmaya çalışmak adına projeler düzenliyorlar.

Çoktan var peşindeyim bu etkinliğin ancak bir türlü fırsat yakalayıp gidememiştim. Bunca erteleme bir taşla üç kuş vurcağımdan olsa gerekmiş .

Bu gün DÜNYA ANADİLİ KUTLAMA GÜNÜ.

Anlayacağınız hem yemek yiyeceğiz, hem karanlığı deneyimleyeceğiz, hem de unutulmaya yüz tutmuş bir kültürün şarkılarını dinleyeceğiz.

42 kişiyiz bu gece!

42 engelsiz engelli olarak mekandan içeri girdik.

Heryer zifiri karanlık. Mekanın boyutu bir hayal, eni boyu sonsuz sanki. Düz olduğunu tahmin ettiğimiz bir koridordan yürüdük , her adımda endişeler biraz daha artıyordu zira öndekinden koparsam korkusu gülme krizine dönüşmüştü. Oturacağımız masanın önüne geldiğimizde bir başka görme engelli kişi bizi oturtmak için yardım etti. Masanın üstünde tabak,içinde bir takım yiyecekler var. Ne olduklarını anlamanın tek yolu bakmaktı tabii ama bu karanlıkta bakarak görmek imkansız olduğundan dokunduk, kokladık, ısırınca anladık ancak neyi yediğimizi. Su bardağını bulmak çok zor ve sıkıntılıydı, zira dökmek ve daha kötüsü yanında tanımadığın birinin üzerine dökmek oldukça gergin hale getirmişti hepimizi. Masaya yapışmışım, karşımda oturan var mı onu anlamak için ayaklarımı ileriye doğru yavaş yavaş ittim, Çarparsam birine özür dilerim diye düşünerek ilerlettim ama karşım boşmuş.
Yanım dolu ama hiç ses gelmiyor. Kadın mı erkek mi anlayamadım. Kokladım, erkekmiş. İstemeden elimi ona doğru uzattım, çarpınca ikimizde irkildik.






    Derken sanatçılar sahne aldı. Türkiye’de 32 kaybolmaya yüz tutmuş lisandan birinin temsilcileriydi sahne alanlar.            Ladino ( Judeo Espanyol yani Yahudi İspanyolcası ) müzik yapan bir grup. Adı Los Paşaros Sefaradis- Türkçe meali- Sefarad kuşları

1978'den beri faaliyette olan Los Paşaros Sefaradis Judeo-Espanyol halk şarkıları üzerinde yaptıkları araştırma ve bestelerle Türk-Sefarad kültürünün tekrar canlandırılmasında ve yaşatılmasında çok önemli bir rol oynamaktadır.

Sefarad dedikleri 500 yıl önce Osmanlı topraklarına gelen İspanyol göçmeni Yahudilerdir.

Şarkıların ezgileriyle mekan tanımı netleşmeye başladı. Derinlik ortaya çıktı. Dinlediğim şarkılar benim için yeni değildi tabii ki. Geçmiş kültürümden bana miras kalan ama ne yazık ki konuşamadığım, çocuklarıma veremeyeceğim bir miras. Bitti, tükendi, tükettik. 14-15 yaşlarında koroda söylediğim şarkıları duymak beni anneannemin balkonuna, onun sıcacık yatağına ve kendi çocukluğuma götürdü.

Anlayacağınız anadilimide, görme yetimide yitirmeyi deneyimledim bu akşam.

Gecenin sonunda yapılan anos hepimizi güldürdü.

“Bu mekanda Şirket toplantları, anma programları, konser, doğumgünü gibi çeşitli özel organizasyonlar yapmaktayız, ne yazık ki yapamadığımız tek organizasyon toplu sünnet törenleridir.”

Gülümseyerek çıktık oradan, yavaş yavaş karanlıktan aydınlığa doğru…

Kendime kattıklarımı yazarak anlatmak mümkün değil ama denedim.

Sizde denemek isterseniz ; http://www.karanliktayemek.com/
Sizde dinlemek isterseniz; http://www.youtube.com/watch?v=en8C3MJaRXI


29 Ocak 2012 Pazar

ENDORFİN

     Nefis ve farklı bir tiyatro. Beğendim ama tavsiye edermisin derseniz cevabım evet olmayabilir. Simsiyah bir salon, gürültülü bir müzik, 2 boks torbası, binlerce defa “s*ktiğimin ve *mına koyduğumun küfürleri, *rospu ç..., kevaşe, memeler” gibi kanımın akışını hızlandırıp, beni geren laflarla dolu bu oyundan neden endorfin salgılamış biri olarak çıktım acaba? Konu boks, benim ilgi alanım sıfırnında altında. Öyleyse yeniden soruyorum; Neden endorfin salgılamış olarak çıktım oyundan?


Biliyorum bu bir hormon ve “Mutluluk “hormonu olarak da anılır. Endorfin, insan vücudunda ağrıyan dokularda ağrının azalması için beyin dokuları tarafından üretilen hormonlara verilen isimdir. Hormonun işlevi, ağrının şiddetini azaltmak ve vücuda daha az rahatsızlık vermesini sağlamak için sinirleri uyuşturmaktır. Derler ki spor yapınca salgılanır.

Ama ben spor yapmadan bu salgıyı bu akşam bedenimde üretebildiysem, bu oyunun bir noktası bana spor yaptırmış olmalı.

İyi de hangi sporu yaptım acaba? Biraz kafa yordum; G-Mall – Maslak arası yeterli oldu cevabı bulmama ve eve varır varmaz yazmam şart oldu. Kendimi sorgulama sporu uygulamışım...sonucunda da “ Başarılıyım “ hissiydi bende endorfin yaratan.

Bu derece sıradışı bir oyuna gelmiş olmak, duygularımı yazabiliyor olmak, düşüncelerimi paylaşabiliyor olmak, 2 çocuğumuda ayaklarımın üstünde yaşatabiliyor olmak, gezebiliyor ve harcayabiliyor olmak, seviliyor olmak, aranıyor olmak, tercih ediliyor olmak, bir aileye sahip olmak, sevdiğim yemekleri yiyebiliyor olmak, istediğim kitabı okuyabiliyor olmak ve ÖZGÜR olmak...Kısacası yaşamak başlı başına bir endorfin sebebi.

Melankolik değilim, panik atak hiç değilim. Evham benden bayağı uzakta. Kendimi seviyorum, narsist değilim ama egoistim.Çikolataya bayılırım, muz desen liste başı, dondurmaya dayanamam. Olmazsa olmazım simit ve makarna. Şarap desen akan sular durur beni tanıyanlar bilir. Gülmek hayatımın odak noktası şartlar ne olursa olsun.

Meğer bunların hepsi birer endorfin deposuymuş. Aşağıda detayları var okumak isteyenler için!

Ben gülmeyi baş tacı yaptım, hayatımın özü, varlığımın ayakta durmasının yegane temeli. Eğer gülmüyorsam yaşamıyorum demektir.



İlk satışım, güler yüzle yaptığım bir telefon konuşması sayesindedir. İnsan gülünce, etrafına verdiği mesaj bulaşıcı oluyor. Gülme sırasında kalp atışlarının 120 / dakika kadar artığını okudum. Gülme halinin “Jogging” yapmış kadar faydalı olduğunu savunanlar var. Acaba yeterince gülebiliyorum diye mi spor yapmıyorum? .

Gülebildiğimde kendimi daha hoş görülü, olumlu ve iyimser düşüncelerle donanmış hissederim. Gülümseyerek başladığım her işte yaratıcılık gücüm daha fazla, sorunları çözümlemedeki başarım daha yüksek. Risk alabiliyorum, yeniliklere ve belirsizliklere cesaretle yaklaşma gücü buluyorum kendimde.

Dikkat edin toplum içinde gülümseyen bir yüzle dolaşanlar herkese sempatik gelir. Çevresinde manyetik bir çekim merkezi oluşur.

Küçük bir egzersiz yapmaya nedersiniz; Aynaya bakarak kendinize yakışan bir güler yüz seçin. Bu yüzü sevin ve benimseyin. Sürekli taşınacak bir maske misali aynadan copy edip yüzünüze paste edin. Bunun sonucunda güne nasıl başlarsanız öyle devam edeceksiniz.

Aynadaki gülümseyen yüzünüzün tüm gün sizinle olmasını istiyorsanız, uzmanlar bakın ne tavsiyelerde bulunuyor;

Neşeli insanlarla dostluk kurun ve neşeli ortamlarda bulunmayı seçin. Neşeli , canlı şarkılar dinleyin. Dertli şarkılardan, acıklı filmler seyretmekten ve dertli ortamlardan uzak durun. Mizah dergileri alın, komik fıkra kitapları okuyun( Dani Kazado’ya başvurabilirsiniz.) Fıkra bilmek de fıkra anlatmak da bir ayrıcalıktır.Espiri anlayışınızı geliştirir.Espiri bir zeka ürünüdür.

Okuduklarınızı öğrenin ve gerektiğinde anlatın. Paylaşarak gülmenin ruhunuza kattığı değerin bedelsiz olduğunu eminim biliyorsunuzdur. Gülmek ve gülümsemek için fırsat yaratın. Komedi filmleri izleyin ve komedi sergileyen tiyatrolara gidin. Geçmişe dönmek acı verir diye yanlış bir kanı vardır, geçmiş sadece sıkıntılardan oluşmuyor ki...Komik olayları, komik anıları anımsamak, zihnimizde canlandırmakta bizi neşelendirir, yaşam sevinci verir. Her zaman en sıkıntılı anımda, komik anıları anımsayarak gülmüşümdür. Alp’in çamaşır sepeti hikayesi....İnanıyorum ki güler yüzle yaşamayı seçtiğim bir hayat, mutlu bir hayattır.

Dünya Sağlık Örgütü istatistiklerine göre, sağlıklı bir insan, normal olarak günde beş dakika kadar gülüyormuş, Gülme uzmanları ( meslek mi değiştirsem acep? ) günde en az otuz dakika gülmenin insan sağlığı için gerekli olduğu kanısına varmışlar.

Hayat trajediler ve komedilerden oluşan bir oyundur.
Komedi bölümlerinden daha fazla zevk almayı öğrenmek gerek...öyleyse  GÜLÜMSEYİN...
 

Benimle birlikte gülümseyenlere bir göz atın, herkes ne kadar mutlu gözüküyor öyle değil mi?














                                                * * *

Endorphin bulunan besinlerin insanı mutlu ettiğini belirten bilim adamları, bu maddeyi en çok barındıran 10 besini sıraladı.


ÇİLEK: C Vitamini deposu olan çilek, önde gelen afrodizyaklar arasında yer alır. Çilek bütün salgı bezlerini çalıştırarak vücuda gençlik ve kuvvet kazandırır.


MUZ: Kokusuyla bile mutluluk aşılayan muz,tam bir endorphin deposudur. Kendinizi güçsüz ve ve sinirli mi hissediyorsunuz, hemen bir muz yiyin.


ÜZÜM: Kırmızı ve beyaz üzüm yiyen herkes gülücükler saçar. Üzümde %20 oranında direk olarak kana karışan şeker vardır. Bedenen ve zihnen çalışanlar için iyi bir gıdadır.


PORTAKAL: insane Dinamizm veriyor.


ÇİKOLATA: Stresin bir numaralı düşmanı. Kendinizi kötü hissediyorsanız hemen bir parça çikolata yiyin. Flört etmek gibi bir şey. Bir kalem yemek


yeterli, mutluluk hormonu "serotoninö anında beyinde dolaşıma çıkıyor. Çikolatanın içerdiği "penilatilaminö insanı bulutlara çıkarıyor.


DONDURMA: Çok yenirse şişmanlatıyor,az yenirse mutluluğa mutluluk katıyor. Dondurma yaşlanmayı önlüyor. Amerika'da kişi başına 25 kg. Türkiye'de


kişi başına 6 Külah tüketiliyor. Sütten daha zengin bir besin bir besin maddesidir. Beslenme uzmanları dört mevsim tüketilmesini önermektedir.


MAKARNA: Çok ağır soslarla yenilmediği sürece enerji veren ve mutlu eden besinler arasında yer alıyor. Özellikle sadece salataile birlikte yenirse şişmanlatmaz.


EKMEK: Buğday ekmeği de sıkıntıları unutturuyor.


FISTIK: Yağ oranı yüksek ama yine de insanı mutlu ediyor. Roma İmp.da " Tanrı yiyeceği " olarak adlandırılan fıstığın kolestrolü düşürdüğü ve


kalp krizi riskini azalttığı bildirildi Çocuklar ve sporcular daha fazla yiyebilirler. bu çerez kalbimizin yanısıra,beyin-sinir sistemi,kas ve kemiklerimizin dostudur. Tuzsuz olanından hergün 10-15 adet yenilebilir.


SUSAM: Dar gelirlerinin baştacı olan simit, mutluluğa giden yolda Önemli bir yere sahiptir.


ŞARAP: Tabiat Ana 'nın bir şaheseri, bir armağanıdır. Toprak, hava, su doğaya dair ne varsa hepsi şarapta birleşir ve insanın kanını kaynatır.Şarap hayatı sonuna kadar yaşama aracıdır. Müthiş bir romantizme sürüklenirsiniz. Şarap tüm kategorileri, mutlak değerleri, sınırları dinamitler. Şarap mükemmel bir insan kaynakları aracıdır. Her kapıyı açar, dostlukları geliştirir,iş muhabbetlerini derinleştirir. Doğal vitaminleri bir bardak iyi bir şarapla almak,hap yutmaktan daha iyidir. Günde 1,5kadeh şarap içerek alzheimer ve parkinson gibi önemli hastalıkların önlenmesine yardımcı olabilirsiniz






21 Ocak 2012 Cumartesi

KARMAŞIK DUYGULAR


          Yazıma “Zenne” filmiyle başlayacağım. Başarılı mı, değil mi konduramadım ama yüreğime ağır geldiği kesin. Bana şunu hatırlattı, çocuklar insanın uzantısıdır. Ebeveynler onların sahipleri değildir. Onlar istedikleri yolda ilerleme hakkına sahipler. Bizler onlara sadece yol gösterici olabiliriz. Bizim istediğimiz yolda yürümeme ihtimalini unutmamalıyız ve onları şartlar ne olursa olsun ÇOK ama ÇOK sevmeliyiz. Filmden çıktığımda OF! dedim, rahatsız oldum, birşeyler değişti zihnimde...Göreceğiz!

Birkaç senedir statümü takip edenler bilirler sıklıkla yollardayım. Karada, denizde yada havada... insan her zaman her yerde bir tanıdığa rastlar ama ben o şanslılardan olmadım pek. Genelde kitabıma gömülür, minik not defterime notlar alır, en sevdiğim şarkılarla anılara dalar yada hayaller kurarak bu boş zamanı kendimle doldururum. İşkolik gibi gözüksemde, mecbur olmadıkça yollarda pek takılmam o dünyaya. Genelde yanıma hiç yakışıklı bir adam oturmaz ve ağlayan bir bebekle, gergin bir anneyle, sızlanan bir kadınla yada bir tanıdıkla pek denk gelmem. Düşünürüm neden? Bazı kitaplarda, filmlerde görürsünüz ya ilk görüşte aşklar, eski dostlar, eski kocası,karısı yada sevgilisiyle karşılaşanlar, ” Bana olmaz, ancak filmlerde...” der geçen cinstenim. Görmek için bakmak gerektiğini fark ettiğimden beri(!)hayatımın bu noktasında tuhaf değişiklikler olmaya başladı.

İlkini havaalanında D&R yaşadım, çarpıştık ve woww olduk.

İkincisi Belçika’da havaalanındaydı. Karşılaştık ve eskiyi-yeniyi konuştuk.

Üçüncüsü ise bu seyahatimde İsrael uçağında oldu. Ortak bir dost; Benim ve ALP’in. Alp bizim hayatımızdan bedenen gittiğinden beri hiç görmediğim, sesini duymadığım , hayatını facebooktan takip etmediğim, belki de birbirimizin varlığını çoktan unuttuğumuz birini gördüm. Sıradışı görüntüsüyle baş üstü dolabına ceketini sokmaya çalışırken adını seslendim ve döndü, bana baktı, öylesine boş! Ve hafızasındaki görselim oluşana kadar geçen birkaç saniyede varlığım anlam buldu ve gözlerinden yaşlar akmaya başladı... Benim de! Tek ortak noktamız ALP’ti. Ona yaptığı iyilikler ve karşılıklı oluşan dostluktan 3 sene geçmesine rağmen herşeyin son bulmasına sadece 5hafta kalmışken Alp’i evde ziyaret eden bu adamın gözlerinden boşanan her damlada ona olan sevgisi ve saygısını görmek beni gururlandırdı. İşte dedim, insan bedenini böyle terk etmeli...
Yeni karşılaşmalara açığım, birşeyler değişiti zihnimde... Göreceğiz!


Dördüncüsü, çok sevdiğim bir arkadaşım yeni bir ülkede hayata başladı. Bende bu ülkeyi her ziyaret ettiğimde onunla buluşmak için vakit ayırır, hem eski günleri konuşur, hem memleket dedikodusu yapar, hem de farklı hayatlarımızda ki zorluklarımızı paylaşırız. Sadece bir kaç saatte görüşülmeyen her saniyeyi kapatmak istercesine soluksuz konuşur, güleriz. Geçen geldiğimde bana sormadan yanında bir başka arkadaşını getirdi. Bilir benim herkesle konuşabildiğimi...Şans bu ya, yanındaki sevimli kız onun yerine iş görüşmesine gittiğim biri çıktı. Son derece keyifli bir yemek ortamı geçirdik bu sefer ki buluşmamızda.Hem bu sefer genç bir kızımızda eklendi sohpetimize. Ülkeler değişse de dostluklar kalıyor, ülkeler değişince insanların bakış açıları değişiyor. Ortaya çok güzel sentezler çıkıyor.
Yeni bakışlara açığım, birşeyler değişti zihnimde... Göreceğiz!



Farklı düşününce herşey daha güzel oluyor. Bir puzzle var, arka yüzünde insan suratı, ön yüzünde dünya haritası. Elinize veriyorlar yapın diye. Uğraşıyorsunuz, hangi ülke neredeydi, hangi deniz, kim kimin komşusu. Oysa bir saniyeliğine bir parçayı ters döndürseniz, arkasında saklı o yöntemi keşfetmeniz an meselesi. Sonrası çabucacık geliyor. Kulak, burun, göz herşey belli. Kolayca dünya haritanız tamamlanmış oluyor. Sonra da kendinize gururla bakıyorsunuz aynada ve ;
“ İyi ki kahve dökülmüş masaya da puzzleın arkasını görme şansım olmuş.” diyorsunuz.

En derin yaralarla başlar en derin gülücükler,

En yüksek uçurumlardan düşerken öğrenirsin uçmayı,

En derin denizlerde boğula boğula becerirsin tek bir nefesle yaşamayı.

Nietzsche

5 Ocak 2012 Perşembe

Yaşasın SİSİFOS !

      Yeni yılın ilk sabahı, geceden kalma desem değilim, aklım karışık desem hiç değilim ama sırtımda yükle uyandım. Yükümü akşamdanmı koymuşum yoksa uykumdamı yüklenmişim bilemedim.Acaba geçen seneden taşıdıklarım mı bunlar? İndireyim şuracığa bunları, hafifliyeyim bari...


Aldım kahvemi elime birden fark ettim yükleri ne zaman aldığımı.
Taaa geçen seneden sınav takvimi yüzündenmiş. Gülmeyin, çocukların sınav takvimi çökmüş üstüme! Ayın 3üne sınav koyan sayın Miili Eğitim Bakanı herhalde yeni senede kahvaltı keyfi, sohpet, akşamın dedikoduları, aile tebrikleri, miskinlik gibi noktaları hiç ama hiç düşünmemiş. Biz anneleri nasıl delirtebiliriz senenin ilk gününden diye başlamış düşünmeye. Yapmış bu takvimi bu şekilde. Meraktayım tek deliren benmiyim diye allahtan değilmişim! Derhal gazeteyi elime alıp, bu sene bu yükün altına girmeyeceğim! diye yeni sene sözü verdim kendime. Bozacağımı bilmeme rağmen denemekte yarar görüyorum. Kimbilir?

Gazetede sevdiğim yazarlar var, takipteyim. Bilirlermi ki acaba benim onları takip ettiğimi? Bilmeseler yazmazlar değil mi? Yeni sene sabahı gazetesi keyifli olur. Karikatürler boldur. Minicik 2 çizgiyle ifade edebilmek ne güzel bir meziyet. Senenin önemli olayları vardır sayfalarda... Bu sene neler olmuş neler dedirten cinsten. Gazetenin 18.sayfasında bir test çıktı karşıma. Severim testleri çözmeyi, ders değillerse! Gene aklım oraya gitti, kurtul bu yükten!!!!!!! Tam 26 soru var, herbiri 3 şıklı.
Testin adı UMURUNDA MI DÜNYA?

Vallahi değilmiş...Billahi değilmiş...
Hepi topu 8 tanesini bilebildim.
Arap yarım adasındaki ihtilal merakımı çekmiş olmalı, kimin ölüp kimin ölmediğini bulabildim, Irak savaşının faturasını bildim, kimin doğum yapmadığını bildim. Ekonomi, Wikileaks, Ruslar, Bosnalılar, İngilizler hiç mi hiç ilgi alanıma girmemişler. Biraz üzüldüm, demek ki dünyamı umursamıyorum diye.
İyi de iki de bir slogan yazıyoruz; " Boşver dünyayı, sen kendi dünyanın efendisi ol! "  diye.
İşte bende öyle yaptığımı Doğan Hızlan’ın yazısında görünce bir rahatladım, pir rahatladım.
Bencağızım Kendi Dünya'mı önemsiyormuşum.

Doğan Hızlan şunu diyordu beni işaret ederek;

Geçen yıl neleri dinledin? Neleri okudun? Neleri seyrettin?

Dünya’ya bakışın, yeryüzünü algılayışın değişti mi?

Bu değişimine katkısı olanlar neler, kimler?

Bu soruları yalnız sana sormuyorum, eşine, dostuna, sevdiklerine ve çocuklarına da sormanı istiyorum!

Eğer hiç değişmediysen ve bir arpa boyu bile yol almadıysan, 365 günü hovardaca yaşamış sayılmazmısın?

Yeniyıl yeni başlangıçlar için çok uygundur. Kitaplığını, DVD, CD rafını zenginleştirdin mi?

Değişik alanlarda verilen ödülleri izledin mi?

Daha önce okumadığın bir yazar, dinlemediğin bir müzik hayatına eklendi mi?

Armağan aldın mı giysiden kozmetikten başka? Bir kitap, CD? Sevdiklerine tanıştıracağın bir yazar, bir müzisyen onların hayatlarında ne güzel değişimlere sebep olabilir hiç düşündün mü?

Yeni bir film yada tiyatro seyrettin mi? Gülmek için kendine vakit ayrıdın mı? Gülmek düşünmek için bir fırsattır.

Yeni bir müze gezdin mi? Başkalarının hayatlarından neler öğrenebileceğini keşfetmeye yarar. Çocuklukta dayatılan okul gezilerinden sıkıldığını hatırlıyorum ama bu yaşında gezmek yaşamı renklendirmektir.

Bütün yapacaklarını akıllı bir telefonun tuşlarına mı kayıt ettin? Git kendine kanlı canlı bir ajanda al. Hatta içinde motosu olanları bul ki yeni senede sana kolaylık sağlasın.

Doğan Hızlan yazının sonunda bir efsaneden bahsediyor. Acılarla, üzüntülerle dolu günleri geride bırakırken SİSİFOS Efsanesini düşünün diyor. Bende merak edip bu efsaneyi araştırdım internetteki tekin olmayan kaynaklardan. Karşıma Fransız yazar ve düşünürü Albet Camus “Le Mythe de Sisyphe – Sisifos Efsanesi” isimli eserinden bir yorum çıktı.

" Sisifos dönemin tanrılara karşı durmuş ve anlamsızca, umutsuzca da olsa bu cezadan gözü yılmak şöyle dursun mutlu olduğunu; bir gün haksızlığın sona ereceği bilinci ile geçici kaderini umursamadığını söylemiş. Ona göre “Sisifos” zulme karşı direnci simgeleyen bir kavram olmuştur. "

İşte ben!
Bütün zülmlere direnen ben, Dünya’yı umursamamış ama kendi dünyamı 2011’de çok geliştirmişim. Sanrım sevdiklerimin ve çocuklarımın dünyasında dokunabilmişim. Ne mutlu bana...

Boşverdim tüm ödevleri, aldım oğlanları yanıma; Milli Eğitim Bakan'ına inat çikolatalı, donutlı, krepli bol kalorili bir kahvaltı yaptım!
Yaşasın SİSİFOS!



1 Ocak 2012 Pazar

YENİ YIL MESAJI

Bir farklılık yaptım kendime ve sizlere, 1 Ocak günü bir blog yazısı yayınlamak istedim.
Bu, bu sene aldığım en güzel yılbaşı mailiydi ( Emine Yeşil'e buradan sevgilerimle...) , JIBJAB'lar hariç...

Her zaman sene sonu mesajı yazarız ya ama bu sefer değiştirip senenin ilk günü mesajı yazdım sizlere...
Sevdiğim kim varsa, kendim de dahil, sevebileceğim herkes de dahil olsun bu mesaja!
Hepinizle paylaşıyorum.
Sevdiklerinizle mutlu bir yıl geçirin..

Dilekleriniz gerçek olsun, yüreğinizden sevgi ve huzur, yüzünüzden gülümseme eksik olmasın..
Mutlu yıllar !!!

Sağlığı iyi olsun.

Kalbi ritmini çalsın. Yanakları kiraz pembesi, dudakları bal olsun. Teni sıcak kalsın, enerjisi dışına taşsın. Ciğerlerinden nefes, midesinden gurultu, bacaklarından güç eksik olmasın. Kanı bol olsun, damarlarında dönüp dönüp dolaşsın.

Sevdikleriyle birarada olsun.


Kolu kollarına değsin, gözü gözlerinin içine baksın. Lafları birbiriyle başlasın. Nesi varsa, bölüşücek biri olsun; nesi yoksa, bulup getiricek biri olsun. Bu birileri az ama öz olsun. Bazıları dünyada tek olsun. Sevgisinin tamamını harcasın. Harcasın ki, ona büyük bir miras kalsın.

Sevmekten bıkıp usanmayacağı biri olsun.

Onun yeri ayrı olsun. Onu soysun, başucuna koysun ama yalan uydurmasın. O herşeyine, her haline tek tanık olsun. Bir hareketiyle güldüren, bir hareketiyle ağlatan olsun. Duyguların hepsi onda olsun. Kalbi buna teslim olsun. Bütün şarkılar onu anlatsın. Aşık olsun, sırılsıklam olsun. Kurumasın.

Yapmaktan bıkıp usanmayacağı bir işi olsun.


Başarının gerçek adının bu olduğunu unutmasın. İbadet eder gibi, bu keşfini hergün yeniden kutlar gibi, onu yapıp dursun. Yaptıkça daha iyi yaptığını görsün. Daha iyi yaptıkça bunu başkaları da görsün. O başkalarının bunu gördüğünü, dış gözüyle görsün, iç gözüyle işine baksın.

Neşesi bol olsun.

Kendini mutlu etsin, durduk yere neşelenmek nedir bilsin. İçinde birşey durup durup zıplasın. Duydukları, gördükleri onu gıdıklasın, kahkaha attırsın. Gürültü çıkarsın. Saçma şeyler söylesin. Çocuklukta en şımardığı ana, sık sık gidip gelsin. Nereye gidip geldiği bilinmesin.

Değiştirmek istedikleri değişsin.

İçte ve dışta, iyi günde ve kötü günde tadilat yapsın. Eskilerini atsın, ruhunu havalandırsın. Kapıda hep kamyonu dursun. Dilediği yere taşınsın. Kendinden taşınmak isterse, içindeki güç, dışındaki sevgi ona yardımcı olsun. Bileği, bütün alışkanlıklarıyla, bağımlılıklarıyla güreşsin.

Birşey ona sürpriz olsun.

Günlerinden birgünü, bir pakete sarılı olsun. Açılınca, içinden hiç beklemediği güzel bir haber çıksın. Bu gün üçyüzaltmışbeş'ten herhangi biri olsun. Öylesine bir pazartesi, arkaya kavuşturduğu ellerinde, unutulmaz bir salı saklasın. Öyle tahmini mümkün olmayan birşey olsun ki bu, hayatın zekasını anlatsın.

Bir hayali gerçek olsun.

Bir hayale gözünü yumsun. Peşinden koşup, onu sobelesin. Hayalini kendinden saklamasın. Bir çizgi filmde olduğunu, herşeyin mümkün olduğunu unutmasın. Bu dilekleri okusun. Kendi sesiyle duysun. Dilekleri gerçek olsun. Her kelimesine şükretsin. Tek satırına nazar değmesin.