19 Ekim 2018 Cuma

Sanma ki yanlızsın






Uçmayı dilemiştim. 1 ayda bu sekizinci uçak koltuğu. Yoruldum mu ne?
Her seferinde okurum diye alıp, okumadığım kitaplarla hareket ediyorum ama bu sefer ucuş süresi 4 saate yaklaşınca “ee hadi al bir kitap,” dedim. Giderken Nohut Oda’yı bitirdim. Çarpıcı kısacık öykülerin sonları bana kaldı hep. Yazar beni hikayelerin sonlarında hep havada bıraktı ve hep kendimce tamamladım hikayelerin sonlarını. Tıpkı gerçek hayattaki gibi. 
Okumayı istediğim Mitch Albom’un yeni kitabı “The next person you meet in heaven” aranıp aranıp bulunamadı. Tam bir hayal kırıklığı içindeyken ansızın elime Elif Şafak’ın “Sanma ki yalnızsın” adlı kitabı geçti. Dönüş yolunda okunmaya başlandı.
Sizce de kitabın başlığı müthiş değil mi? Her şey sadece sana olur sanırsın ama bilmek lazım ki asla yalnız değiliz. Her açıdan hem de.
 İçinde bulunduğum yalnızlık halime cevap verir mi? diye düşünmedim bile çünkü kesin cevapların içinde olacağından eminim.






Yaşadığın yeri değiştirdikten sonra en müthiş his ailene ve arkadaşlarına yeniden sarılabilmek. Şükür gideli 4 ay oldu ben her hafta sarılma rekoru kırmak üzereyim. Yalnızlık söylemleri de nereden çıktı? diye sorabilirsiniz bana. Cevabım hazır, içsel benimkisi.
Neredeyim ben? halinin garip halleri. Ev tanımının  içndeki yalnızlık. Masum yalnızlık.
Ve dediğim gibi, Elif’ciğim hemen cevabı 10.000mt’deyken ben yapiıştırdı. 
Ben kendi tüylerimi yolan kuş türüymüşüm. Bu dünyanın tüm hengamesinin arasında derdi meselesi kendiyle olan bir türmüşüm. Başkasına zarar vermeyen, onu bunu didiklemeyen ama kendine sabotajlar düzenlemekte üstüne olmayan tür. Ardından diğer açılım geliyor Elif’ten gene; Kadınların kendini kanatma kabiliyetleri başlığı altında… Eğitim seviyesi, yaşam seviyesi, siyasi fikri ya da kılık kiyafeti ne olursa olsun her kesimden hatta dünyanın her yerinden kadının ortak paydası nedir? diye soruyor.
Cevap KKKK.
Kadınlarin Kendilerini Kanatma Kabiliyetleri.
Elimizde cımbız, bulup çıkartıyoruz kusurlarımızı, eksiklerimizi. Yaralarımıza büyuteçle bakmakta yok üstümüze. Başkasının tenkidine ihtiyacımız yok çünkü daha beterini kendimiz
e söylemekte müthiş başarılıyız. Nedendir bir türlü yetemeyişimiz, yetinemeyişimiz? Beklentilerimiz ve gerçekleştiremediklerimiz, mevcutlar ve olmasını arzu ettiklerimiz arasında kapanmayan bir mesafe duruyor; dipsiz kuyu misali. Bundandır boşluğa düşmemiz diyor.
Yeter yani bu kadar didiklemesek kendimizi?
Ardından bir Gustav Flaubert patlatıyor; Mutluluğun mümkün olduğunu sanmıyorum ama huzur/sükünet, evet, işte o mümkün.
Versek kendimize bir gıdım huzur be ya...
Allah için verenler beni bulsun, cok lazımsınız bana tam bu anda.








Derken ardından yazarlara veriştiriyor. Mini bir yazar olsamda doğru yerden geliyor cevap;
Romancılar etten kemikten, duygusal zeka ve hassas bir yürekten, derine kök salmış kompleksler ve hudut tanımayan bencillikten, sürekli bir arayış, ölümsüzlük sevdasi ve huzursuz bir hayal gücünden muteşlekkil tuhaf varlıklardır.
Küçümen tanrılar gibi romancılar.
Kağıt üzerinde hayatlar çizer, karakterler yaratırlar. Talepkarlar. Takdir ve övgü beklerler gizlice. Etrafimındakiler onlara hayran olsun istez, bunun nafile bir istek olduğunu bile bile. Evrenin merkezindeler ya, beklerler. Bekleyisleri hiç bitmez. Düşleri ve onlara güç veren engin hayal güçleri hem zehir hemde pan zehirleri. Hic tatmin olmaz, yetinmezler.
Oh be… Bunu okuyunca bir huzur gelir gibi oldu bana, sanki huzursuzluğumun kaynağını buldum.
Yazma becerimi suçlayacağım.

Ama asıl suçluyu az sonra gene Elif’in satırlarda. Tembellik hakkına karşı durmakta gizliymiş herşey. Çehov “Bizi çalışmak kurtarır,” demiş ya.  İyi halt etmiş. Hammallık, angarya, ter dökmek, emek vermek, didinmek, ha bire dişin tırnağınla kazıya kazıya çabalamak.  Boş durmamak, hareket etmek, hep ama hep didinmek, kendinden ötesini merak etmek, hudutları aşmaya gayret etmek ...

Durum net.  Bu muyuz yani? 
Gel gelelim Paul Lafargue dermiş ki: İnsanın kendini unutup kendini çalışma çarkına adamasının korkunçluğuna ve yaratacağı mutsuzluğa düşmektense tembellik hakkını kullanması uygundur.
Kardeşim bu felsefeyi benimsediğini her an dile getirirken, ben acaba nasıl bu yola doğru seyir alırım? diye soruyorum kendime.
Tabii ki tembellik= parasız kalmak. 
Maddi eksiklik =  isteklerine hayallerine ulaşamamak, seyahat edememek, modayı takip edip giyinememek, restaurantlarda yemek yiyememek, liste uzar gider. Peki çalışıp didinirken bunları yapmaya zaman var mı? Hadi zaman bulduk diyelim, yaptık diye mutlu muyuz?
10.000 mtrede gün vakti başlayıp gece yarısı son bulan yolculuğumdan sonra, yarın çalışmama kararı alıyorum.
Vicdan yapıyorum, yarım gün çalışayım diyorum...
Kulaklığımda Türk Hava Yollarının yeni uygulamasından bir audio book var. ‘Sade’ adlı kitabı dinliyorum. Tam zamanında...
Çabalamadan, huzurlu bir yaşamı hak ediyoruz, diyor yazar.
Belki kendime 50yaş hediyesi bunu veririm. 
3 senem var anca hazırlanırım. 
Ne dersiniz güzel bir hedef değil mi?





21 Haziran 2018 Perşembe

PUDUHEPA



Sizin hayatınızda da hediyeler anlamlı ve doğru zamanda elinize verilir mi? 
Sizin de hayatınızın akışında bazı konuları sorgularken cevapları önünüze çıkar mı?
Sizin de kafanızın içinde konuşan bir başka sen varken birden o sözcükler karşınızda konuşan birine dönüşür mü?
Ya da dostuna teşekkür için vermek üzere o anda yazdığın bir not, o dost tarafından adına aylar öncesinden alınmış bir hediyenin üzerinde yazılı olabilir mi?
Foto çekildikten 1 saat sonra tuz buz olmasının
üzüntüsünü hala atlamadım.

Taşınma telaşım yüzünden gün vakti sürekli ortalığı toplamakla, gitsin/kalsın demekle ve inanılmaz ruhsal, bedensel ve zihinsel yoğunlukla geçti.
Gün kendini bitirdiğinde yataktan çıkamam derken kendimi sahilde elimde bir hediye paketiyle buluverdim.
O gece tam da yukarıda sıraladığım gibi bir geceydi.   O yüzden gece sona erdiğinde klavye tıklıyordu.

Bu hediye paketinden önce aldığım çok özel hediyemin, bu foto çekiminden kısa bir süre sonra kırılmasının ağırlığı hala üstümdeyken geldi hem de elime. Evren bizi üzmez ya o türdendi gelişi. Bir süredir bilmeme rağmen geleceğini içeriğinden bi haber, sürprizim elimdeydi.

Hediyem bir “FONGOGO”* projesi.
Adı Puduhepa ve Kız Kardeşleri.
Amacı, 
ülkemizdeki kız çocuklarının kendilerine güvenen bireyler olarak büyümelerine destek olmak. Projenin geliri de TOÇEV aracılığıyla yine kızlarımızın eğitimine destek olarak geri dönecek. https://www.fongogo.com/Project/puduhepa-ve-kiz-kardesleri


Canım biyolojik olmayan kız kardeşim de benim adıma doğum günü hediyesi başlığı altında bu projeyi desteklediği için elime geçen bu özel hediyenin bendeki artçıları bu blogun konusu.

Projenin mimarı Renan Tan Tavukçuoğlu. Kendisi  hayata geçirmek istediği projesine sosyal medyada yeterli miktarda fon toplayınca hayalleri gerçek oldu.  Projeye katkıda bulunanlarada bir bebek gönderdiler.
Bebeğin adı PUDUHEPA.

O bir kraliçe.
Her kadının bir kraliçe olduğunu hatırlatmak için tasarlanmış.
O bir hayalci, her insanın hayallerine sonsuza kadar inanmasının sembolü.
O bir eş ve hayatının erkeğinin desteğini her zaman alabilmiş bir kadın.
O bir çocuk, hayal etmekten hiç korkmamış. 
Ve,  
O güçlü bir kadın herşeyin üstesinden gelebileceğini bilen ve bilmeye devam eden.

Barışın, yaşadığı toprağa gelmesi için çabalayan bu özel kraliçe tam da gücümü, hayallerimi, desteklerimi sorguladığım anda elime verildi.
Ne dün, ne de yarın . Tam da o gün.

Puduhepa’yı Arzu Kaprol giydirmiş. Içine de bir bohçacık koymuş.
Dün attım senelerdir ( 23 sene ) depoda sakladığım gelinliğimi ve Puduhepa’nın bohçasından bir gelinlik çıkması beni oldukça duygulandırdı. Artık sembolik bir gelinliğimin olduğunu bilmekte beni sonsuz mutlu etti. Biliyorum evren boşluk sevmez.

Bohçanın üstünde bir yıldız, Puduhepa bebeğinin alnının ortasında da bir yıldız ve başın sıkıştıkca gök yüzündeki yıldızlara bak diyen  Puduhepa karşımda biz kız çocuğu şekiline bürünüp dillenmişti sanki.

Gök yüzündeki yıldızlara kendimi bildiğimden beri bakan ben, adımın anlamı da yıldız olunca tahmin edersiniz ki şaşkınlıkla bir Puduhepa’ya bir de onu bana veren Dalia’ya bakar buldum kendimi. Hani gözlerinden kalpler fırlayan o emoji var ya, işte o anda o ben.


Yola çıkarken yanımda bana kendimi iyi hissettiren bir obje olmasını severim. Çok yakında çıkacağım yolda henüz hangi objenin bana ekleneceğini bilmediğim bir anda Puduhepa’nın elime gelmesi de şaşırtıcı değil mi?
Hem de barış fikrine uygun bir bebekle yola çıkmak müthiş değil bir tesadüf sayılmaz mı?

Şimdi Puduhepa elimdeyken soruyorum kendime, eğer tarihte bu kadar güçlü olan bir kadın hayallerine inanıp, kendi yolunda korkusuzca yürürken başardıysa biz neden başarılı olmayalım ki çıkmak istediğimiz yolda? Neden güçlü isek  acı çekeceğimize inanırız ki?

Ben onun hikayesini okurken  kendi hikayemi de yazdım.
Ben Stella Namet Abulafya
Kimseler bilmezken yaşayacağım istediğim gibi,
Bilge insanlar gibi ben de yazmaya devam edeceğim.
Büyük insanlar gibi düşüneceğim,
Yoluma çıkan engelleri aşacağımı bileceğim.
Yıldızlar şahidim, sözüm söz olsun.


Bana beni hatırlatan bu özel bebeğe sahip olmama destek veren canım Dalia’ma sonsuz teşekkürler...
Biliyorum ki  Puduhepa bebeğim bir gün eskiyebilir, kaybolabilir ama yarattığı etki sonsuza kadar sürecek.

Bir süredir telefon ekranımda saat  tam 00.00 yakaladığımda gerçekleşmesini istediğim dileklerimi
sıralıyorum.  O gece de yakalamış olmama hiç şaşırmadım ve isteklerimin yollarının açık olmasını ve benim de bunları görebilmem için dilekte bulundum.
Sizin içinde diledim merak etmeyin.
Isteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki.




FONGOGO nedir merak edenlere: https://www.fongogo.com/HowItWorks

11 Nisan 2018 Çarşamba

HAVADA ASILI OLMAK...



Karar verdik iki kız kaçıyoruz şehirden. 

Uzun zamandır planladığım bir yere yolculuk. Hem de "ruhsal surmenaj" içinde olduğum bir haftanın devamında. Her şey gene en doğru anda. Bayılıyorum bu evrenin matematiğine.


Yolculuk başlasın. Istanbul’dan Selanik’e otobüsle, oradan 3 saat trenle Meteora’ya.
Varacağımız şehir hakkında önceden biraz araştırma yapmıştım ama beni ne sürprizler bekliyor diye heyecanlıydım. Mekanın bir çok fotografını görmüş, hakkında yorum okumuştum ama 3D, 2D çok farklı olacaktı biliyordum.







Tren yolculuğu bambaşka hislerle dolduruyor yüreğimi... Kayan manzarayı takip ediyorum, her anın kendi içinde güzel olduğunu ispat eder gibi sanki...
Manzaralar değiştikçe zihnimde yarattıklarımda şekil değiştiriyor. Bildiğim sözler yeni anlamlara dönüşüyor, yenileri ekleniyor, bazıları da yok oluyor.

Yol arkadaşım bir gezgin. Yolda olmak konusunda benden daha tecrübeli. Farklı bakış açılarımız olsa da ortak noktamız birlikte gezmeyi ve keşfetmeyi sevmek olunca onunla yola çıkmak keyifli. Hele de onun yaş gününe denk geldiyse, tadı daha da başka. ( 33 senedir beraber kutladığımız düşünülürse varın siz düşünün yolculuğumuzun keyfini)


Her gezinin bazı ters köşeleri vardır. Bu gezininkinin yağmur olması, yağmurdan nefret eden yol arkadaşımı zorlayacağa benziyordu ama son zamanlarda o da evrenin matematiğini çözmüş olmalı, gerekli dilek ve isteklerini sunmuş ve bizi rahatsız etmeyecek boyutta bir yağmurla anlaşmıştı. O yüzden fotolar buğulu olsa da bizim için gördüklerimiz netti.

Meteora , Yünanistan’ın Kalambaka  kasabası yakınındaki kayalık bir bölge. Sadece adaları, Ouzo ve deniz ürünlerinden ibaret değil yani bu coğrafya. Bambaşka halleri de var. Arayıp bulmak lazım. Yünanca “havada asılı” demek Meteora. 
Buraya gelen bir keşiş, havanın sisli olduğu bir güne denk gelmiş ve devasa blok kayaların havada asılı gibi durduğu hissinden yola çıkarak bölgeyi böyle adlandırmış. 
Ilk duyduğunuzda aklınıza meteor kelimesi geldi değil mi? Aynı mantık aslında. O kocaman taşlarda sonsuzlukta öylece duruyorlar...

UNESCO 1988’de bölgeyi dünya mirası ilan etmiş.

Filmin çekildiği manastır. Holy Trinity

Burası manastırlar şehri. 11.yy ile başlayan Hristiyan dünyasının özgürce ibadet edebilmesi için yaratılmış bir şehir. O heybetli blok taşların tepelerine insan eliyle yapılmış 8 tane manastır var, 5 tanesi gezilebiliyor,  1 tanesine hiç bir şekilde karadan ulaşım yok. 2.Dünya Savaşında  ulaşılması zor olan bu manastır Almanlara karşı olan Yünanlı isyancıların karargahı olmuş. 1981’de Roger Moore’un oynadığı James Bond: For Your Eyes Only filminin çekildiği yer olunca insanlık için merak uyandıran coğrafyası sayesinde aniden ünlenmiş. Ardından da Game of Thrones filmine sahne olmuş.


   

Bu manastırların içlerinde invizaya çekilmiş keşiş rahip ve rahibeler yaşıyor. Kimi manastırların boyutları kocaman ama içinde tek bir rahip yaşarken, kimisinde 36 rahibe yaşıyor.

20 yıl önce Avustralya’dan gelen Anita Joy Phillips* adında bir kadın, keşiş olmaya karar veriyor ve yaşı bugün 46. Manastır hayatını isteyerek seçen bu kadın yeni hayatına başlamak için eski alışkanlıklarını bırakması gerektiğini bilinçli seçiyor. Yeni hayatın ilk sembolü, isim değişikliği. Geçmişini öldürüp yeniden doğmak adına.
26 yaşında gencecik bir insan doğduğu isminden vazgeçip nasıl inzivayı seçebilir?
Yani 11.yyda insanı dünyevi şeylere bağımlı kılanlarlar 21.yy oranla az iken belki bu mümkün diye düşünüyorum ama bu çağda insan sahip olduğu alışkanlıklarının hepsini elinin tersiyle nasıl itmeyi seçer ki?
Senden ismini alıp geçmişini öldüren bir yaşama, yeni bir isimle nasıl güvenirsin?
Şehri gezmeye başlıyoruz. Doğa büyüleyici. Etraf erguvanların moruna bürünmüş, kayalıklar öyle heybetli ki bakmaya
doyamıyorsun. Sıra sıra blok taşlardan 420mt. yükseklikte duran kayaya bakarken boynumuz ağrıyor, bir insan nasıl tırmanır o imkansız kayaya sadece zirveye o haçı dikmek için. Inanç insanları bu kadar zorlayabilir mi? diye düşünüyorsun.
Öte yandan baktığın her yer simsiyah ürkünç taşlarla dolu iken, içinde derin bir huzur hissetmek ve her hareketinde yeni açılarla bambaşka manzaralarla büyülenmek tarif edilemez, yaşanır.

sahlep çiçeği










Ulaşılamaz manastırlara zaman içinde insanlık ulaşım getiriyor. Tahta merdiven bağlantıları, teleferikler. Kendileriyle bağlantı kurulmasını istemedikleri için yıllar süren çilelerle bu manastırları yapan keşişlere halk hep destek olmuş. Ancak zamanla yetmeyen bu getiriler onları dinsel başka üst makamlara bağımlı kılmak üzereydi.Kendi otonomlarıyla yaşamlarını devam ettirmeyi isteyen keşişler, kazanç elde edebilmek için ulaşılabilir olmayı seçince şehrin kapıları turistlere açılmış. Son derece katı kurallarla yaşarken, turistlerden para kazanmak amacıyla sadece manastıra uygun giyinme koşulu koyan bu düşüncenin esnekliğine şaşırıyoruz. ( Manastırlara giriş 3euro)








1961’e kadar kadın manastırlarına izin vermeyen bu şehrin rahipleri, bir yangın sonucunda kapıya yardıma gelen bir kadına kapıyı açmakla açmamak arasında seçim yapmak durumunda kalıyor. Yaşamak ağı r basınca bir de bakıyorlar kadın manastıra girivermiş. Bu olayla kadınlara da inziva hakkı tanınıyor. 2000’lere kadar erkek manastırlarına hiç kadın ziyaretçi kabul etmeyen bu zihniyet Tanrı’nın yarattığı ve ırkın çoğalmasına sebep olan diğer yarısını nasıl sınırların dışında bırakabilmiş diye sorguluyor insan. 

Kadınların becerilerinden fayda görmekten de oldukça memnun kalıyorlar rahipler.  Temiz tutulan manastırlar çürümekten kurtulurken, turistlerin gelmesiyle kazanç elde ediliyor. Sosyal yönleri çok gelişmemiş olan rahiplerin turistlerle uğraşmaması ve inzivalarına huzurla devam edebilmesi için kadınları görevlendirirken, birden şehrin bütün yönetimini kadınlar elde ediyor. Insan sorguluyor haliyle, o zaman neden ikinci sınıf muamele? 

Manastırda eteksiz gezmek yasak!
Derken ikonagrafileri görüyoruz. Klasik ortodoks sanatının eserleri duvarlarda ve tavanlarda. İkonaların fotografını çekmek yasak. 
Manastır kuralı.  
Her biri dinsel temalar barındırıyor ve rehper ekliyor; bu sanatçılar müthiş iş çıkarıyorlar ancak ne yazık ki sadece kopyalayabilirler. Asla bir cübbeyi yeşil, bir atı kırmızı yapamazlar. Gene diyorsun ki; sanat özgürlükse nasıl sınırların içindekine sanat denilebilir?



Ardından bu kadar şatafatlı ibadet yerlerini görünce,"Mabet bu, kutsal mekan, haliyle görkemli olmalı," diyorsun ama peki inviza için her şeyinden vazgeçen, sadeleşen insanoğlu, nasıl bu kadar büyük bir görkemin içinde ibadete devam edebiliyor?

Ve en derin soru: dogma olduğunu bilsekte, hiç sorgulamadan, gerçek buymuş gibi yaşamayı neden seçeriz?

Gitler ve geller hallerimle kendimi kocaman bir kayanın üzerinde buluyorum. Vakit öğle vakti. Gölgem neredeyse hiç yok. Benliğim kayıp sanki. Havada asılı gibiyim. Ucun ucundayım.  Boşluğa bakıyorum. Bir adım ötesinin olmadığı... İçimde bambaşka bir his...
Bir anda herşeyini bırakıp inzivaya çekilen bu insanları düşünüyorum. 
Sorular etrafımda dönüyor. Yazıyorum.

Neleri bırakabiliriz bu hayatta? 

Nelerden vazgeçebiliriz?

Şu kayadan bir adım atsam boşluktayım, acaba  deneyimlemek adına nereye kadar risk alabiliriz?




Sadece risk alanlar mı özgürdür?
Hangi noktadan sonra korku başlar? 
Korkuyu yaratabilme becerimizin farkındaysak, yok edebileceğimizinde farkında mıyız?
Camdan kalbimin kırılmasından bu kadar mı korkuyorum ki herşeye kendimi kapatacak kadar bildiğim varlığımdan vazgeçiyorum?


Sorular vızır vızır  ve dönüş trenindeyim. 
Manzara değişirken yazıyorum durmadan.
Yaşamda muazzam değişimler gerçekleşiyor ve yaşam bizim önümüzde biz hiç çaba göstermeden kendiliğinden seriliyor.Yaşam çok basit ve yalın. Neden  onu kendimiz için karmaşık hale getiririz ki? 
Ey her şeyi yaratan zihnim! buyur meydan senin, yaşa...



* Anita'nın hikayesini okumak isteyenler için: https://stvasiliosbrunswick.com/2014/01/24/why-anita-left-worldly-life-for-meteora-convent/

buradaki manastırların nasıl yapıldığını merak edenler için:
https://www.facebook.com/greatbigstory/videos/1685291185106641/

Bu ilkel sistemle aşağıdan inşaat malzemeleri yukarı çekiliyor.


14 Mart 2018 Çarşamba

Craigh naDun





Başlığa yabancı olabilirsiniz ama Outlander dizisi fanları hemen anlayacak ne dediğimi.
Kısaca açıklayayım: Dizideki baş karakter Claire’in dev taşlara dokunup 1945’ten 1755’e geçiş yaptığı esrarengiz mekanın adı bu. Yeri Iskoçya’da. Ancak yer gerçek olmasına rağmen tamamen kurgu ürünü olan bu taşlar kitabın yazarı tarafından abartılarak diziye eklenmiş.

Peki sizce ben neden blog yazıma bu başlığı uygun görmüş olabilirim?

Bir süredir şehir bastı gene bana. Kaçasım vardı. Hayalim bambaşkaydı ama evren istekleri her zaman karşılar, o yüzden ben istediğim noktaya hayalimdeki gibi olmasada ulaştım. Canım kalp dostum Linet’im ile su kenarına bir kaçış yaptık. Tıpkı Claire'ın taşlara dokunup geçtiği gibi bizde, şehir kafamıza kodlanmış hayatımızdan başka bir coğrafyaya doğru yol aldık.
İstikamet Craigh naDun pardon, Gölyazı...







Ana karadan kopmuş bir adacık Gölyazı, Uluabat Gölü’nün üzerinde. Büyülü bir yer. Antik surların içindeyiz. Gölün üzerindeki sis esrarlı bir havaya sokuyor ortamı. Suya vuran yansımalar dudak uçuklatan türden. Roma, Bizans ve Osmanlı tarzı iç içe geçmiş.Hani şehirdeki taşlara el sürüp binlerce yıl geriye gitmişiz gibiyiz.

Manzarası, çevre yapısı ile Türkiye’de böyle bir yer mi varmış?
dedirten bir güzelliği olmasına karşın pek çok kişinin buranın varlığından haberi yok.

Ortalıkta şalvarlı teyzeler, minik muşamba örtülü masacıklar, doğada öylesine türeyen çalılar, çiçekler.Heybetli ağaçlar, sularda süzülen ördekler, uçan pelikanlar, her bahar her yere yuva yapan leylekler, Arnavut kaldırımlı dar  sokaklar ve güler yüzlü misafirperver köylüler. "Nasıl yani?" olduk haliyle…

Şehirin kaba saba gülemeyen insanları, kornaları, is,pus kokusu, zavallı yalnız uyuz hayvanlarından sonra tam bir geçiş halindeyiz. Derin bir nefes alıp bulunduğumuz yere uyumlanmaya çalıştık. Birden köydeki şehirli haller gözümüze gözüktü. Bağırıp çağıran çocuklar, her yerden fışkıran çöpler, çirkin hareketli insanlar, doğalgaz altyapı çalışması yüzünden çamur içinde yollar, kırık dökük atılmış eşyalar, her yerde pet şişeler, pislik içinde bir göl. Yeniden derin nefes aldık. Bir şehir, bir köy olma anı sanki parazitli bir televizyonda kanalı bulma çabamız gibiydi. Biz doğru kanalı bulmayı seçtik ve geçişi tamamladık diye bu başlığı seçtim. 
  
Ortalıkta bir dolu kayık. 20tl adam başı sizi gölün etrafında turlatıyorlar. Şehirliye 20tl ne ki,
serpme kahvaltı bile 35tl iken. Köydeyiz, hatırladık yeniden. Baharda nilüfer çiçekleri açıyormuş, biz göremedik.

Burada kayıkların içinde eşleriyle birlikte balık avlayan kadınlar görebilirsiniz. Yakalanan balıklar tanesi 10tl. Kafasını ve havyarlarını çöpe atan turistlerinkileri toplayan teyzeler var etrafta. 

Taş köprünün sonunda ağlayan bir çınar var, 700 yaşını aşmış. Eleni ile Mehmet in acıklı mübadele hikayesine dar ağacı olmuş. Kimbilir daha nice aşk kavuşmaları, ayrılıkları gördü. Hissetmek için yakın olmak lazım, tırmandım tabii ki.

Birden Sıtkı çıktı karşımıza.Brezilya’dan getirilmiş bir papağan. Şimdi hayvana işkence diyen şehirli halimden sıyrılıp köy kafasına geçince, papağanın mutlu ve bu keyifli coğrafyada insanlarla ilişki içinde olması fikrini çok sevdim.Hayatımda hiç omuzuma, elime papağan almamış içimdeki çocuk ise kahkahalarla gülüyordu. Adamın fotosunu çektim ama adam dedi ki " Abla 10tl'ye değmez bu şehirli ayakları, gel ben çekeyim," Razı geldim isteyerek. Emeğe, kazanca saygı.

Çevresini yürümesi topu topu 15 dakika süren bu adadan biz sadece sakinlik diledik. Eski sahipleri 19. Yüzyıldan,  Rumlardan kalma taştan Aziz Panteleimon Kilisesini gezmek istedik. Kapıda açık saatleri yazmışlar ama bugün açık olmayacağını söyleyen bir köylü kızımızla ayak üstü sohpet ettik. Ablası açarmış kapıyı ama bu gün işi varmış. Gülümsedik sadece, bizde arkasından dolandık. Mezarlığın içinden yürüdük, belki de bu sakinlikte gönlümüzde yer etmiş bedensizlerin anılması gerekirmiş dedik, gülümsedik.
( Alp, Jak, Süzet, Estrea, Leon, Kısmet, Jojo ve daha nicelerini konuştuk yol boyunca)






Ve sıra gün batımındaydı. Önce Uluabat gölün kıyısından, sonra Zambak tepesinden seyretmeye karar verdik.





Gölün kıyısında Leylek Kerim’le o kerevit toplarken ayak üstü sohpet ettik. Pelikan Pınar’ı gördüğümü, Papağan Sıtkı ile hoş sohpetimizi anlattım. "Hadi oyalanmadan tepeye gidin,"  diye fısıldadı. Yol aldık adım adım. Şehirli bacaklar  tırmanırken acırken, köylü ruhumuz etraftaki bahar tomurcuklarından ve uçuşan sineklerden pek mutluydu.

Kocaman bir taş ile karşılaştık. Büyülü taş geçiş için buradada hemen bize destek oldu çünkü yanımızda mangal yakanlar ve arkamızda arabanın kapısı açık arabesk dinleyenlerden bu şekilde kurtulabildik. 
Gün renklerini değiştirdikçe bizde değiştik. Sohpetimizi birlik ile bitirdik. Içimizdeki her karmaşayı kendimizin oluşturduğunu ve bu karmaşalar sayesinde büyüdüğümüz için onları yarattığımızı kabul ettik. Durağan olmanın kabul zorluğunu anladık. Dengesizleştikçe dengeye geldiğimizi de.
Gün batınca sarılıp turna ve yayın yemek için köye geri döndük.


Sabah sıcacık güneşiyle bizi karşıladı Ulubat gölü ve Gölyazı’yla vedalaşma saatiydi. Istikamet Cumalıkızık olacaktı.

Çantaları arabaya taşırken köylü şalvarlı teyze elimizi tutu. “ Güzel hanımlar, buranın sefaletini dillendirin emi, gavurlar bize bu eziyeti yapmadı, şu belediyeye bak canımız çıktı çamurlu bozuk yollardan.” Teyzeye baktım bir gavur olarak, gülümsedim ve
 “ Yazacağım teyzem, “dedim.

Bu arada arabam tamirdeydi. Villy sağolsun elinden geleni yaptı bu geziye yetiştirmek için ama bir parçası eksik kalınca sol kapı ne yazık ki dışardan açılamıyordu. Yola çıkmaya engel olmayınca, can dostum Linet bana tatlı bir süpriz yaptı. Kendimi çok önemli biriymişim gibi hissedeyim diye her seferinde sağdan girip içerden kapımı açtığında bana kırmızı bir karanfil uzatarak bu geziyi mükemmelleştirdi. Demem o ki her şey bakış açımızda.

Cumalıkızık bir zaman kapsülü!.. Gölyazı’da Romalılardan, Rumlara 1.yy’dan 1900’lere yolculuk yaparken birden kendimizi 1300’lede otantik dokusunu müthiş korumuş Osmanlı İmparatorluğu’nda bir köyde bulduk.
Köyü önce ağzımız açık, sonra kulaklarımızda gezdik: İnsan taş döşemeli dar sokaklar boyunca uzanan mor, mavi ya da sarı renklere boyanmış, kerpiç, tahta ve taş karışımı evleri gördüğünde köyün korunmuşluğu karşısında hayrete düşüyor. Renklerden sarhoş, karşımızda Iskoçya'lı yakışıklı Jamie yerine yakışıklı bir Mehmed bulduk. ( Outlander seyredenler anlamıştır)


Burası CUMALIKAZIK değil. Eminim sizde benim gibi bu hatayı  okurken yapmış olabilirsiniz.

Kızık, konar göçer Oğuz Türkleri‘ne verilen isimmiş. 13. yüzyılın başlarında Moğolların saldırılarından kaçarak Orta Asya’dan Anadolu, İran ve Suriye gibi geniş bir coğrafya kendilerine yeni yurtlar edinmişler. Bursa’ya yerleşmelerinin de 1306 civarında olduğu sanılıyor. İsmindeki Kızık buradan geliyor ama tabi ki bir de halk kendine göre yakıştırmalarda da bulunmuş: İşte burası dar bir vadide olduğu için "kısık" kelimesinden kızık olarak türetilmiş vs. gibi. Ama aslında burada bir sürü Kızık Türk’ü köyü olduğunu, onlara karakter veren şeye göre bir sıfat aldıklarını, değirmeni çok olana Değirmenlikızık, içinden dere geçene Derekızık gibi isimler verildiğini biliyoruz. 
Burasının ismini de civar köylerden insanların cuma namazı için buraya gelmesinden dolayı CUMALIKIZIK olmuş.Çok gezen mi, okuyan mı bilir sorgulanmalı gene.
Yazmakla olmaz, illa ki gidin kendiniz yürüyün. 



Biz genişliği sadece 3 karış olan CİN aralığındaki taşlardan destekle kendimizi Trilye’nin sahilinde buluverdik. Köy kafasıyla rakı-balığa sahile geldik. 




Bu güzel Rum köyünde barbun yeyin dediler, Şeker Balık iyidir dediler ama Hamsi barbundan daha lezettliydi. Neden barbun meşhurmuş onuda araştırdık tabii ki Trilye ismi barbunun Rumcası olan “trigliya”dan alıyor. Zeytin cenneti olan bu minicik köyün sokaklarında yürürken köy halkının ne kadar nükteden olduğuna şahit olduk.

Bu eve girenlerin bir hafta içinde açıklanamayan sebeplerle ortadan kaybolmasından ötürü yeraltından güçlerce yönetildiğine inanılıyor dediler. Sonra da "Şaka, şaka!  abla. Sadece ince uzun tipinden ötürü böyle bir isim koyduk," dediler. İki sokağın arasına sıkışmış, 200 yıllık çok tatlı bir yapı tabut ev.




Gün batımı yapmazsak olmaz. Renkler ve kayalıklar gene bizi bizden aldı. Son taşıda suya bırakıp Craigh naDundaki taşların yardımı ile şehirde bulduk kendimizi.

Ne yazık ki şehir bizi çok kötü, acı ve inanılmaz bir ölüm haberiyle karşıladı. 11 güzel insanın bedeni İran’da bir uçağın düşüşüyle toprak oldu. Eğlenmeye giden bu insanlar için yazılan binlerce çirkinlikleri şehir kafasına sayıp görmemiş olmayı diliyorum. Hepsinin ailelerine, sevdiklerine Tanrı’dan sabır diliyorum. Acıyı veren Tanrı’m illaki sabrınıda verecektir.

Bir kez daha anlıyoruz ki, yaşanan her an sadece andayken güzel. Yaşamımıza güzel anlar katarak yaşamayı seçmek gerekir.
Bugün aramızdan ayrılan Stephen Hawking’in dediği gibi: Life would be tragic if it weren’t funny. Eğer hayat eğlenceli olmasaydı, çok trajik olurdu.