14 Mart 2018 Çarşamba

Craigh naDun





Başlığa yabancı olabilirsiniz ama Outlander dizisi fanları hemen anlayacak ne dediğimi.
Kısaca açıklayayım: Dizideki baş karakter Claire’in dev taşlara dokunup 1945’ten 1755’e geçiş yaptığı esrarengiz mekanın adı bu. Yeri Iskoçya’da. Ancak yer gerçek olmasına rağmen tamamen kurgu ürünü olan bu taşlar kitabın yazarı tarafından abartılarak diziye eklenmiş.

Peki sizce ben neden blog yazıma bu başlığı uygun görmüş olabilirim?

Bir süredir şehir bastı gene bana. Kaçasım vardı. Hayalim bambaşkaydı ama evren istekleri her zaman karşılar, o yüzden ben istediğim noktaya hayalimdeki gibi olmasada ulaştım. Canım kalp dostum Linet’im ile su kenarına bir kaçış yaptık. Tıpkı Claire'ın taşlara dokunup geçtiği gibi bizde, şehir kafamıza kodlanmış hayatımızdan başka bir coğrafyaya doğru yol aldık.
İstikamet Craigh naDun pardon, Gölyazı...







Ana karadan kopmuş bir adacık Gölyazı, Uluabat Gölü’nün üzerinde. Büyülü bir yer. Antik surların içindeyiz. Gölün üzerindeki sis esrarlı bir havaya sokuyor ortamı. Suya vuran yansımalar dudak uçuklatan türden. Roma, Bizans ve Osmanlı tarzı iç içe geçmiş.Hani şehirdeki taşlara el sürüp binlerce yıl geriye gitmişiz gibiyiz.

Manzarası, çevre yapısı ile Türkiye’de böyle bir yer mi varmış?
dedirten bir güzelliği olmasına karşın pek çok kişinin buranın varlığından haberi yok.

Ortalıkta şalvarlı teyzeler, minik muşamba örtülü masacıklar, doğada öylesine türeyen çalılar, çiçekler.Heybetli ağaçlar, sularda süzülen ördekler, uçan pelikanlar, her bahar her yere yuva yapan leylekler, Arnavut kaldırımlı dar  sokaklar ve güler yüzlü misafirperver köylüler. "Nasıl yani?" olduk haliyle…

Şehirin kaba saba gülemeyen insanları, kornaları, is,pus kokusu, zavallı yalnız uyuz hayvanlarından sonra tam bir geçiş halindeyiz. Derin bir nefes alıp bulunduğumuz yere uyumlanmaya çalıştık. Birden köydeki şehirli haller gözümüze gözüktü. Bağırıp çağıran çocuklar, her yerden fışkıran çöpler, çirkin hareketli insanlar, doğalgaz altyapı çalışması yüzünden çamur içinde yollar, kırık dökük atılmış eşyalar, her yerde pet şişeler, pislik içinde bir göl. Yeniden derin nefes aldık. Bir şehir, bir köy olma anı sanki parazitli bir televizyonda kanalı bulma çabamız gibiydi. Biz doğru kanalı bulmayı seçtik ve geçişi tamamladık diye bu başlığı seçtim. 
  
Ortalıkta bir dolu kayık. 20tl adam başı sizi gölün etrafında turlatıyorlar. Şehirliye 20tl ne ki,
serpme kahvaltı bile 35tl iken. Köydeyiz, hatırladık yeniden. Baharda nilüfer çiçekleri açıyormuş, biz göremedik.

Burada kayıkların içinde eşleriyle birlikte balık avlayan kadınlar görebilirsiniz. Yakalanan balıklar tanesi 10tl. Kafasını ve havyarlarını çöpe atan turistlerinkileri toplayan teyzeler var etrafta. 

Taş köprünün sonunda ağlayan bir çınar var, 700 yaşını aşmış. Eleni ile Mehmet in acıklı mübadele hikayesine dar ağacı olmuş. Kimbilir daha nice aşk kavuşmaları, ayrılıkları gördü. Hissetmek için yakın olmak lazım, tırmandım tabii ki.

Birden Sıtkı çıktı karşımıza.Brezilya’dan getirilmiş bir papağan. Şimdi hayvana işkence diyen şehirli halimden sıyrılıp köy kafasına geçince, papağanın mutlu ve bu keyifli coğrafyada insanlarla ilişki içinde olması fikrini çok sevdim.Hayatımda hiç omuzuma, elime papağan almamış içimdeki çocuk ise kahkahalarla gülüyordu. Adamın fotosunu çektim ama adam dedi ki " Abla 10tl'ye değmez bu şehirli ayakları, gel ben çekeyim," Razı geldim isteyerek. Emeğe, kazanca saygı.

Çevresini yürümesi topu topu 15 dakika süren bu adadan biz sadece sakinlik diledik. Eski sahipleri 19. Yüzyıldan,  Rumlardan kalma taştan Aziz Panteleimon Kilisesini gezmek istedik. Kapıda açık saatleri yazmışlar ama bugün açık olmayacağını söyleyen bir köylü kızımızla ayak üstü sohpet ettik. Ablası açarmış kapıyı ama bu gün işi varmış. Gülümsedik sadece, bizde arkasından dolandık. Mezarlığın içinden yürüdük, belki de bu sakinlikte gönlümüzde yer etmiş bedensizlerin anılması gerekirmiş dedik, gülümsedik.
( Alp, Jak, Süzet, Estrea, Leon, Kısmet, Jojo ve daha nicelerini konuştuk yol boyunca)






Ve sıra gün batımındaydı. Önce Uluabat gölün kıyısından, sonra Zambak tepesinden seyretmeye karar verdik.





Gölün kıyısında Leylek Kerim’le o kerevit toplarken ayak üstü sohpet ettik. Pelikan Pınar’ı gördüğümü, Papağan Sıtkı ile hoş sohpetimizi anlattım. "Hadi oyalanmadan tepeye gidin,"  diye fısıldadı. Yol aldık adım adım. Şehirli bacaklar  tırmanırken acırken, köylü ruhumuz etraftaki bahar tomurcuklarından ve uçuşan sineklerden pek mutluydu.

Kocaman bir taş ile karşılaştık. Büyülü taş geçiş için buradada hemen bize destek oldu çünkü yanımızda mangal yakanlar ve arkamızda arabanın kapısı açık arabesk dinleyenlerden bu şekilde kurtulabildik. 
Gün renklerini değiştirdikçe bizde değiştik. Sohpetimizi birlik ile bitirdik. Içimizdeki her karmaşayı kendimizin oluşturduğunu ve bu karmaşalar sayesinde büyüdüğümüz için onları yarattığımızı kabul ettik. Durağan olmanın kabul zorluğunu anladık. Dengesizleştikçe dengeye geldiğimizi de.
Gün batınca sarılıp turna ve yayın yemek için köye geri döndük.


Sabah sıcacık güneşiyle bizi karşıladı Ulubat gölü ve Gölyazı’yla vedalaşma saatiydi. Istikamet Cumalıkızık olacaktı.

Çantaları arabaya taşırken köylü şalvarlı teyze elimizi tutu. “ Güzel hanımlar, buranın sefaletini dillendirin emi, gavurlar bize bu eziyeti yapmadı, şu belediyeye bak canımız çıktı çamurlu bozuk yollardan.” Teyzeye baktım bir gavur olarak, gülümsedim ve
 “ Yazacağım teyzem, “dedim.

Bu arada arabam tamirdeydi. Villy sağolsun elinden geleni yaptı bu geziye yetiştirmek için ama bir parçası eksik kalınca sol kapı ne yazık ki dışardan açılamıyordu. Yola çıkmaya engel olmayınca, can dostum Linet bana tatlı bir süpriz yaptı. Kendimi çok önemli biriymişim gibi hissedeyim diye her seferinde sağdan girip içerden kapımı açtığında bana kırmızı bir karanfil uzatarak bu geziyi mükemmelleştirdi. Demem o ki her şey bakış açımızda.

Cumalıkızık bir zaman kapsülü!.. Gölyazı’da Romalılardan, Rumlara 1.yy’dan 1900’lere yolculuk yaparken birden kendimizi 1300’lede otantik dokusunu müthiş korumuş Osmanlı İmparatorluğu’nda bir köyde bulduk.
Köyü önce ağzımız açık, sonra kulaklarımızda gezdik: İnsan taş döşemeli dar sokaklar boyunca uzanan mor, mavi ya da sarı renklere boyanmış, kerpiç, tahta ve taş karışımı evleri gördüğünde köyün korunmuşluğu karşısında hayrete düşüyor. Renklerden sarhoş, karşımızda Iskoçya'lı yakışıklı Jamie yerine yakışıklı bir Mehmed bulduk. ( Outlander seyredenler anlamıştır)


Burası CUMALIKAZIK değil. Eminim sizde benim gibi bu hatayı  okurken yapmış olabilirsiniz.

Kızık, konar göçer Oğuz Türkleri‘ne verilen isimmiş. 13. yüzyılın başlarında Moğolların saldırılarından kaçarak Orta Asya’dan Anadolu, İran ve Suriye gibi geniş bir coğrafya kendilerine yeni yurtlar edinmişler. Bursa’ya yerleşmelerinin de 1306 civarında olduğu sanılıyor. İsmindeki Kızık buradan geliyor ama tabi ki bir de halk kendine göre yakıştırmalarda da bulunmuş: İşte burası dar bir vadide olduğu için "kısık" kelimesinden kızık olarak türetilmiş vs. gibi. Ama aslında burada bir sürü Kızık Türk’ü köyü olduğunu, onlara karakter veren şeye göre bir sıfat aldıklarını, değirmeni çok olana Değirmenlikızık, içinden dere geçene Derekızık gibi isimler verildiğini biliyoruz. 
Burasının ismini de civar köylerden insanların cuma namazı için buraya gelmesinden dolayı CUMALIKIZIK olmuş.Çok gezen mi, okuyan mı bilir sorgulanmalı gene.
Yazmakla olmaz, illa ki gidin kendiniz yürüyün. 



Biz genişliği sadece 3 karış olan CİN aralığındaki taşlardan destekle kendimizi Trilye’nin sahilinde buluverdik. Köy kafasıyla rakı-balığa sahile geldik. 




Bu güzel Rum köyünde barbun yeyin dediler, Şeker Balık iyidir dediler ama Hamsi barbundan daha lezettliydi. Neden barbun meşhurmuş onuda araştırdık tabii ki Trilye ismi barbunun Rumcası olan “trigliya”dan alıyor. Zeytin cenneti olan bu minicik köyün sokaklarında yürürken köy halkının ne kadar nükteden olduğuna şahit olduk.

Bu eve girenlerin bir hafta içinde açıklanamayan sebeplerle ortadan kaybolmasından ötürü yeraltından güçlerce yönetildiğine inanılıyor dediler. Sonra da "Şaka, şaka!  abla. Sadece ince uzun tipinden ötürü böyle bir isim koyduk," dediler. İki sokağın arasına sıkışmış, 200 yıllık çok tatlı bir yapı tabut ev.




Gün batımı yapmazsak olmaz. Renkler ve kayalıklar gene bizi bizden aldı. Son taşıda suya bırakıp Craigh naDundaki taşların yardımı ile şehirde bulduk kendimizi.

Ne yazık ki şehir bizi çok kötü, acı ve inanılmaz bir ölüm haberiyle karşıladı. 11 güzel insanın bedeni İran’da bir uçağın düşüşüyle toprak oldu. Eğlenmeye giden bu insanlar için yazılan binlerce çirkinlikleri şehir kafasına sayıp görmemiş olmayı diliyorum. Hepsinin ailelerine, sevdiklerine Tanrı’dan sabır diliyorum. Acıyı veren Tanrı’m illaki sabrınıda verecektir.

Bir kez daha anlıyoruz ki, yaşanan her an sadece andayken güzel. Yaşamımıza güzel anlar katarak yaşamayı seçmek gerekir.
Bugün aramızdan ayrılan Stephen Hawking’in dediği gibi: Life would be tragic if it weren’t funny. Eğer hayat eğlenceli olmasaydı, çok trajik olurdu.


1 yorum:

  1. Muhteşem gerçekten ...yöre halkıyla yapılan paylaşımlar ayrı bir tat katmış ...

    YanıtlaSil