3 Şubat 2015 Salı

Kadim Semtler



Harika bir gün geçirdim... Hem çok sevdiğim bir arkadaşımla, hem çok kaliteli bir rehperle uçuran bir İstanbul lodosunda ama her yer uçarken biz güneşle…
Bazen hayata koşturmacaya ve sorumluluklara ara vermek, andan kendine çalmak lazım.
Tam da öyle yapıp tam gün izin yazdım kendime.
Ben hayattan çalınca yolda olmayı sevenlerdenim.  Düştüm yollara...


İstanbul bambaşka bir şehir. Sizi büyüleyen bir çok farklı manzarası var. Kimi boğazdan, kimi Haliç’in hikayelerinden, kimi köprülerinden, kimi tepelerinden feyz alır. Her şair bir başka anlatmış zaten İstanbul’u. Bir çok yazarın kitabına girmiş. Her cihandan insane yaşamış içinde. Ne şanslıyız ki bizler tam onun içine doğduk.
Martıları, denizi, insanların farklı kültürleriyle tam bir mozaik... Doğu- Batı- Kuzey- Güney… Karmakarışık...


Bu keyifli İstanbul’un kadim tarafindan bir kaç noktayı gezme kararıyla düştük yollara.

Kadim semtler gezisinin ilk durağı Cibali. Bulusma noktamız Kadir Has Üniversitesi.
Üniversite kavramımı yıkan bir mekan. Mermer yerler, Starbucks,  içinde müze, tahta kapılar, bir de ne olduğunu tam anlayamadığım objeler- sonra rehperimiz onların Osmanlı döneminde kullanılan tulumbalar olduğunu söyledi.-

Burası 1884 yılında kurulan Cibali Tütün Fabrikası, 1900'lerin hemen sonrasında faaliyete başlayan kurumun büyük fabrika binası tütün işleme ve sigara üretimi için kullanılıyordu. 45 yıllık Fransız işletmeciliğinin ardından fabrikanın işletmesi cumhuriyetin kurulmasını takiben 1 Mart 1925'te devlete geçti.Fabrikada, uzun yıllar boyunca tütün işlendi, satıldı ve depolandı. 1949da ilk puro sarılmış, 1959da ise “Samsun” isimli ilk filtreli sigara. 1997'de Maliye Bakanlığı tarafından Kadir Has Vakfı'na satıldı. Dr. Mehmet Alper, binaların bir üniversite kampüsüne dönüştürülmesi için gereken restorasyon çalışmalarından sorumlu mimar olarak atandı. Üniversitenin planlamalarını yapan ekiple birlikte çalışan restorasyoncular, alanı bir üniversitenin ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde değerlendirmeye çalışırken; binaların orijinal karakterini ve mimari birliğini korumaya da özen gösterdiler. Gercektende iceri girdiginizde tugla duvarlarin yanında çelik konstrüksiyonlar bambaska bir hava katıyor ortama. Alt kattaki  Rezzan Has müzesinde aslında serge salonu demek daha mantıklı, Urartu takı kolleksiyonu sergisi gezip harika bir su sarnıcının içinde dolandıktan sonra kapıdan çıkıp ilk duraktan ilerleyeme basladik. Artık zaman durmuş bizler 10-11.yy içinde dalmıştık. Her adımda başka bir güzellik, baska hislerle yoldayız.


Cibali Kapısı

Cibali adı Cebe Ali isimli bir subaşına ait. Semt adını İstanbul’un fethi esnasında mühim yararlar sağlamış bu şahıstan alır. Ermiş olan bu kişi fetih esnasında şehit olup cibali kapı içine gömülmüş. Cibali, karakoluyla ünlü. Fetihten sonra kaptan-ı deryalar otururken zamanla avamların, meyhanelerin yerine donüşmüş. Bol yangınlarıyla meşhur Cibali’de hikayeler bol anlayacağınız..


Bölgede bir çok kapı var. O dönem deniz çok daha yakın tabii ki karaya. Yürümeye başladığımızda İmparator Theodosius tarafından 5.yyda yaptırılan ve günümüzde çok da bakımlı olmayan surlar eşlik etti bize. Bu hepimize restorasyonda ne kadar basarısız olduğumuzu işaret ediyordu sanki. Bununla beraber surlar boyunca pek çok kapının günümüze kadar bir şekilde -ki eminim kendiliğinden-korunduğunu da görmek mümkün. Bunların arasında bölgeye de ismini veren Ayakapı, Mimar Sinan tarafından 1582’de yapılan en önemli mimari eserlerden.















İlk durak Gül camii. (Ayia Theodosia) İstanbul'un Ayakapı semtindeki Doğu Roma döneminden kalma dinî yapıdır. 10. ya da 11. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. İkonoklazm akımı sırasında Büyük Saray'ın ana girişi Halki Kapısı üzerindeki İsa ikonasının indirilmesine karşı çıktığı için öldürülen Theodosia adlı kadının kutsal emanetlerinin bu kiliseye konduğu icin adini ondan almaktadir. Bakılamayan kilise yaşasın diye 1499 yılında devşirilip camii olmuş. Yerler soğuk, ayaklar çıplak ve başlar örtülü dinliyoruz rehperi.
Girince şaşırıyorum. 

Bütün kolonlarda Davud’un 6 köşeli yıldızı... Tavanda bile... Rehper 6 köşeli yıldızın Kral Süleyman’ın mühürü olduğunu anlatıyor. Tüm uygarlıklarda olduğu gibi Osmanlılarda da pek hatırı sayılır bir sembol. Yahudi kültüründe, Süleyman tarafından takılan sihirli bir mühür yüzüğünden bahsedilir. Kral Süleyman bu yüzükle cinleri ve hayvanları kontrol etmiştir. Yahudi kültüründe yine aynı şekilde Kral Davud'un kullandığı ve onu düşmanlarından koruyan sihirli bir kalkandan sözedilir. Bu cizimlerde mekanı koruması için resmedilmiş. Burası kiliseden cami olmuş bir ibadethane. Cuma namazlari dolu diyor oraya bakan amca. Amcamız aydın, bol lisan bile, boks, güreş, gibi sporlar yapmış, cemaatin gençleri tarafindan sevilen bir büyük. Sanırsam devletin atadığı imamdan daha bilgili. Yavasça kalkıp sessizce mekanı terk ediyoruz. Geriye dönüp tekrar 6 köşeli yıldıza bakıyorum ve düşünmeden edemiyorum; buraya 5 vakit namaz kılmaya gelen onca dindaş bu mühre bakıp acaba ne düşünüyordur diye... Mekanı mührün koruduğuna mı, Israel devletinin sembolu olduğuna mı?

Bu semt 1600’lü yıllardan itibaren Fener patrikhanesinin buraya taşınması sebebiyle Rum Ortadoks cemaatinin dini merkezi olmuş. Dolayısiyle o döenmde inşa edilen muhteşem binalara bugün rastlıyor olmamak ya da bu güne kadar gelebilenleri doğru koruyamamak gerçekten çok üzücü.

Sırada haliç kıyısına paralel Aya Nikola kilisesi var. Bildiğiniz Noel baba yani. Demreli Aya Nikola.

Kapıyı Loka adlı Hatay’dan göçme arap kökenli bir hanım açıyor. Buraya onlar bakıyorlar. Şaşırtıcı olan koca giris kapısının üstündeki gemi şeklindeki avize.  Denizcilerin ve fahişelerin bile destekcisi olan bu yüce gönüllü din adamı dönemin sevilen birisi.
 

Mum yakıyorum, 1TL.. Karşılığında sağlık, bolluk, bereket ve hayırlı olacaksa olsun dediğim tüm isteklerimin adına kuma saplayıp kiliseden giriyorum.


Yol üstünde bir araba lastikçisi görüyoruz. Pek büyük, pek gösterişli ve tam yanında ufacık bir dükkan piyano tamircisi. Bu iki görselin yanyana sergilediği görüntü semtin ne kadar çirkinleştirildiğinin acısını hissettiriyor.



Yolda közde kahve molası… Hem dinlediklerimizi sindirmeye hemde az soluklanmaya yarıyor. Kan şekeri düşenler lokum yerken benim gibi rejim takılanlar kayısı ve ceviz lüplüyor. 15kişinin her birinin ayrı tadda sipariş verdiği kahveyede garsonun sakinlikle yaklaşması takdirlikti.










Cıkışta yol üsünte ünlü İntikam dizisinde Hakan’ın evi olarak bildiğimiz gerçekte Cahide Erel’in sanat stüdyosu olan binanın önünden yürüyerek turumuza devam ediyoruz. 















Maraşlı Rum bir aile tarafından yapıldığı için Maraş İlkokulu olarak kullanılan bina şu an kaderine terkedilmiş biçimde yeni sahiplerini bekliyor.




Artık Fener bölgesine geçtik. Bu bölgenin bir zamanlar ne kadar zengin olduğunu sokaklarında gezerken hayal etmeniz çok zor. Büyük köşklerin, ihtişamlı binaların artık çoğu yok ya da karanlık bir şekilde yıkılmayı bekler vaziyette. Unesco’nun burayı koruma altına almış olması her şeye rağmen umut verici.


Haliç kıyısındaki bu özel nokta adını Fanarion'dan alıyor. Yani burada bir deniz feneri varmış. Şehire girildiği yerde de Fener kapısı. Bu bölge yahudilerle beraber rumların ağırlıklı yerleşim yeri olduğundan patrikhanenin burada olması tesadüf olmamış tabii. Yolda geçtimiz sokağın ismi kırkambar sokağı, sokağa adını veren birde çim ve tohum ambarı var. Unların şehir içine alındığı kapının da UNkapanı olduğunu hatırlatınca gülümsüyoruz. Yaşıyoruz bilmiyoruz diye de azıcık utanıyorum.

Rehper yokuşun başında vurucu soruyu soruyor; Yokuştan öncemi öğlen yemeği yoksa sonramı? Grup uyumlu… herkes sonrada karar kılıyor. Belli ki dolu mideyle yokuş yukarı zorlayacak herkesi. Adım adım tırmanıyoruz tar, arnavut kaldırılı sokakları. Etrafın döküntü gecekondu görüntüsü yerine dönemin ihtişamını hayal ederek. Sokak denince kediler, duvar yazıları, koşuşturan çocuklarla karşılaşmadan olmaz tabii ki. Yerleşmiş halk Suriye göçmeni ağırlıkta. Yüzlerin, bakışların farkı hemen göze batıyor. Tırmandıkça karşımıza bir manzara çıkacağı belliydi ama tepe noktada böylesine görkemli bir manzara beklemediğimden çok şaşırıyorum. Galata kulesinin tam öte tarafındayız. Bizi karşılayan kırmızı kiremit yapının muhteşemlği yokuştan dolayı atan kalplerimizin taa içine yerleşirken ağzımızdan kocaman bir “ Woww” sesi yükseliyor.





       


Burası Fener Rum Lisesi. Bir okul. 53 öğrencisiyle yaşayan bir okul. Muhteşem mimarisiyle 1881’de yaptırılmış. Okulun tek amacı var, Osmanlı toprakları üzerinde bulunanRum gençlerinin eğitilmesi.okulun mezunlarıda öğretmen, çevirmen, devlet makamında yüksek makamlarda çalışmaktaydı. Öğretmenler Yünanistan’dan geliyor ve Rumca eğitim veriliyor. Temel dersler için Milli Eğitim hem kitap, hem de öğretmen atıyor. Okulun mimarisyle dilimiz tutulmuş binadan içeri giriyoruz. Tertemiz, Ve uzun zamandır adını duyup hiç gitmediğim yüksek tavanlar, yerler mozaik, eski tahta okul sıraları, ve gene muhteşem manzaraya karşı kendi inançlarına gore eğitim. Gönül ister ki 53ten daha fazlası okusun bu okulda ama sayıları her geçen gün azalan cemat için ancak bu kadar öğrenci bulunabilmiş. Okul Lozan Antlaşması gereği başka dinden öğrenci kabul etmediği gibi Ortodoks sayılan Süryaniler bile okuyamıyor.

Grup fotografı için en uygun nokta diye düşünüldüğünden amatör bir fotografçının Canon makinasıyla okulun bir görevlisi çekimi yapıyor. Tabii ki sayısız öz çekimleri ve sosyal medya paylaşım sayısını bulmak mümkün değil. Yaşıyoruz ve anında paylaşıyoruz.

Muhteşem manzaraya sırtımızı verip yavaşça iniyoruz aşağılara, sahile. Hepimizin aklı yemekte. Karınlar zil çalıyor. Dar sokaklardan inerken demir bir kapının önünde kalıyorum. Hafifçe meraklı burnumu dayıyorum cama. Biriyle göz göze geliyoruz. Kapıyı açıyor. Manzara muhteşem, kapı girişinde demir bir zırh, içerisi aletlerle dolu bir atölye. Sahibi kocaman bir adam, Muraf Efe.  İç mimar Murat Efe'nin 22 yıl boyunca tasarım ve animasyon yaptığı işini bırakıp açtığı “Prop House”da, dizilere, sinema filmlerine ve tiyatro oyunlarına kostümler tasarlanıyor. Mekanın enerjisi tarifsiz. Bayılıyorum ve kendisini tebrik ediyorum, nefis işleri için. Elimi tutuyor ve kibarca dudaklarına götürüp öpüyor. Teşekkür ediyor. Kartını veriyor. Şaşkın bakışlarla ve bazen kaybolmalı insane sözlerii yineleyerek çıkıyorum, arkadaşım beni arıyor… herzaman ki gibi geride kaldım…

Agora meyhanesinde yemeği hayal etmiştik tura başlarken ama vakit yetmez, çok beklersiniz deyince rehperin seçtiği hoş bir mekanda soluklanıyoruz. Vodina adlı restaurant gayet hoş ahşap bir bina, hem yemek hem serge alanı. Vodina Cafe Türkiye Soroptimist Kulüpler Federasyonu tarafından kurulmuş - Soroptimist ne mi? valla bende aynı soruyu sordum kapıda görünce. Koşulsuz yardım eden kız kardeş anlamına geliyormuş - Kısaca Balat Kültür Evi de deniyormuş Kadınlar tarafından işletilen, çocuklara ders verilen, okul sonrası eğitim ve hobi destekleri verilen bir yer. Ekonomik özgürlüğü olmayan kadınlara meslek kazandırıyor üstelik geçim kaynağı olarak yardımcı da oluyor. Güneş alan açık hava alanıda mevcut ama hava biraz serin diyerek burayı bahara saklıyoruz.Kapıda  ev yapımı reçellerin yanısıra sergiler de oluyor, yani bir girdiniz mi vaktin nasıl geçtiğini anlamayacağınız bir yer burası.  Bir an bebeklerimin sergisini burada da açsammı diye düşünmeden edemiyorum. Rejimi unutmadan önce bir su içip üstüne yarım ezogelin çorba ve sarma etli dolma sipariş ediyorum. Mantısı muhteşemmiş ama bedenden çıkması öyle uzun sürer ki hemen çekilen çileler hatırlanıp etli sarmadan vazgeçilmiyor. Yemekte rehperle sohpet etme şnsımız oluyor. Oldukça bilgili , şehrin tüm mozaik yapısını bizzat yaşamış, farklı kültürlerle içi içe kalmış. Çocukluğuna dair bir anısı yüzümüzü güldürüyor. Annesi bayram kızım kalk giyin dermiş, o da giynirmiş. Kısa bir zaman sonra gene aynı replik. Bir kaç hafta sonra gene süslü elbise. Bunca bayram ne gibi bakıyoruz suratına. Tabii ki hem Mülüman, hem Rum, hem Ermeni, hem Yahudilerin olduğu zengin bir mahallede yaşayınca sonuç her gün bayram kutlaması.
Yemeklerin yenilip karınlar doyunca tura ve yollara devam. Arada hemen telefon şarj edilip, Murat Efe googlandı ve facebooktan arkadaşlık teklif ediliğini atlamayayım.

Yemekten sonra ilk durak patrikhane. İstanbul Rum Patrikliği dünya üzerindeki 300milyon inananıyla Ortodoksürüp Hıristiyan Kilisesine manevi önderlik eder.  Kurulduğu yer itibarişyle Fener diye anılması belki de sadece bölgeden değil ışık saçtığı içinde olabilir mi? Günümüz patriği Bartholomeos 1940 Gökçeada doğumlu. 1991 yılında Türk vatandaşı olarak bu göreve getirilmiş. Kilisenin içi oldukça gösterişli. Tütsü kokusu içimizde derin hisler uyandırıyor. Içimden gene hayırlı dualar çıktığını hissediyorum. Kilisenin içinde Kudüs’te çarmıha gerilen Isa peygamberin haçcının asıldığı direk var. çengelin takıldığı iz hala yerinde. Istemden düşünüyor insane inanmanın ne kadar kutsal bir adım olduğuna; bedenden öte, ruhsal bir yükselme olduğuna. Çarmıh zaten o dönemin idam şekli İsa Peygamber’e özel uygulanmadı tabii  ama gösterdiği yoğun çaba onun inancını bugünlere taşıdı.  
           

                                  


                                 





Kanlı meryem kilisesi, Bulgar Kilisesi diye bilinen yapı, kadın eserleri kütüphanesi yol üstü diğer duraklarıydı. Nihayet Balat bölgesine giriyoruz. Bölgeler arası geçişler net değil oysa Rum mahallesi bitmiş, Yahudi bölgesine öylesine dalıvermiştik. Semtin adı Rumca “Palation; Saray” kelimesinden bozulmuş.. Bizans döneminin Blakhernia sarayının bu bölgede olmasından almış adını. Haliç surlarının bir kapısı olan Balat kapısı bu saraya açılmaktaymış. Saraydan eser yok tabii ki. Yol boyunca iki üç katlı cumbalı evler görüyoruz. Zenginlik böyle işte. O dönem Yahudilerden oluşan semtte birçok yahudinin Rumca konuştuğu bilinirdi. Birden babaannemi hatırlıyorum bir balatlı olarak harika rumca bilirdi. Istanbulu’un fethinden sonra bölgeye Makedonya’nın Kasturya kenntinden bir çok yahudi halk yerleştirilmiş. 1492 İspanyadan göç edenlerde eklenince semting genel nifusunu yahudiler oluşturmuş. Bu bölgede başka sinagoglarda var. rehper yol boyunca göreceğimii söylüyor. Zamanla Müslüman halk buraya yerleşince bir çok bina ekleniyor kültür moziğine. Feruh Kethuda camii, Molla Aşkı Mescidi, Çarşı hamamı, Tahta Minare camii bunlardan bazıları. Balat 17.yy önemli bir yerleşim yeri iken 1894 depreminden sonra halk kuzguncuk, Hasköy, Ortaköy, Galata ve Pera gibi yerleşim yerlerini mesken edinmişler. 1942’de İkinci Dünya savaşı döneminde çıkarılan “ Varlık vergisi” sebebiyle ve arkasından 1948’dwe İsrael devletinin kurulmasıyla Balat’taki yahudi nüfusu cidi kan kaybetmiştir.  Çifit çarşısında yürürken sağlı sollu artık unuttuğumuz tür dikkanları görmek turumuza keyif katarken bir taraftanda ne zaman bu kadar devleştik sadece alışveriş merkezleri haline geldik, sokakta esnaftan almayı unuttuk diyede sorguluyorum. Hatır soran dükkan çalışanları, başın sıkıştığını hemen anlayan komşu dükkandan duygusuz, maddiyat odaklı AVM kültürüne geçişi daha güzel nasıl farkedebilirdim bilemedim. Yoldaki
Hepsi Hikaye adlı dükkan sanki içimdeki sorulara cevap oldu.


















Rehper yol ayrımında duruyor. Demir bir kapı, gri. Iki dükkan arası öylesine. Burası Yanbol Sinagogu diyor.

 Belli ki kullanılmıyor. Restore edilmiş ama kapalı. Içine giremiyoruz. Biraz üzülüyorum, nedenlerini sorgularcasına….Bu sinagog Bulgaristan’ın Yanbol kasabasından göç eden Sefaradların Bizans döneminde  kurduğu bir mekan. Binanın üst örtüsü ahşap tonozlu ve buradaki süsleme18.yy kalma olup İstanbul’un en eski tarihli Sinagog süslemesidir.Ehal sedef kakmaymış. Kadınlar bölümü L biçimliymiş. Ama tüm bunları göremedik…



Tam arkamızda meşhur Agora meyhanesi. Yolun az gerisinde çakması da var kanmayın. Içeri giriyoruz. 







Pek hoş bir mekan, 1890’da bir Rum olan kaptan Asteri Balatta bir meyhane açar. Meyhanesinede Rumca meydan adı verilen Agora ismini koyar. Agora Meyhanesi’nin yeni hali, mekânın 100 yılı aşkın geçmişine sadık kalınarak ama bir yandan da dev nostalji rüzgarlarına kapılmadan tasarlanmış. Müzeyyen Senar ve Zeki Müren gibi seslerden duydu çoğumuz Agora Meyhanesi’nin ismini. İsmet Nedim Saatçi’nin, eşinin şiir defterinden kendisi için bestelemesini istediği şiirle hayat bulmuş bu eser. İç titreten sözlerin şairiyse İzmirli Onur Şenli. Şiir, Balat’ın meşhur Agora Meyhanesi namına yazılmış gibi gelse de rivayete göre Şenli bu dizeleri aşkının acısından uzaklaşmak için gidip kendini alkole verdiği İzmir’in Agora meyhaneleri semtinde yazmış. Öyle ya da böyle; Balat’ın Agora Meyhane’siyle özdeşleşmiş bir kez bu sözler. Şiiri okumak isteyenlere… http://www.antoloji.com/agora-meyhanesi-siiri/
İşte şimdi bu efsane ismin kapısını aralama şansına biz de sahibiz.

Nostalji, rakı, şarap içmeden bizi o günlere götürdüğünden sarhoşuz.
 Düşünce sarhoşuyuz ve yola devam. 

Rehper gene bir kaldımda sıralıyor bizi. Karşımızda kahverengi demir kapı. Beşyüzyıllık Ahrida Sinagogu diyor. Gene kapı kapılar ardında. Içeri girmek özel izne tabii. Içim sızlıyor bu sefer bir öncekinden fazla. Hep kapalı kaldık zarar görmemek için. Hep kendimizi aşırı korumak zorundayız. Neden diye sorup durdum… açık olduğumuz zaman bahçelerinde koşulan mekanlar demir kapılara kimler tarafından mecbur edildi. Her kilise, camii huzurla girilip çıkılırken neden sinagoglardan giremiyoruz diye de sormak zorunda kaldım cevabını bilmeme rağmen… 
15. yüzyılın başlarında yapılan ve adını, kurucularının İstanbul'a göçettikleri bugün Makedonya Cumhuriyeti’nde yeralanOhri kentinden alan sinagog, bugün de İstanbul'daki en geniş kapasiteli sinagogdur. 
Romanyotlar tarafından kurulan bu sinagog, Romanyotlar Sefaradların altında asimile olmalarıyla zamanla Sefarad sinagogu haline gelmiştir. Tuğla ve yığma taştan inşa edilmiştir. Sinagogun tevası (dua kürsüsü) bir gemi pruvasını andırır. Bu noktada Aya Nikola Kilisesindeki avizeyi hatırlamak yüzüme bir gülümseme getiriyor. Herşey ortak, gereksiz ayrılıklar…
 Ahrida Sinagogu Anıtlar Yüksek Kurulu'nun 16 Eylül 1987 tarihli kararı ile koruma altına alınmıştır.




Son durak ve gerçekten oldukça yorgunuz. Ama karşımıza çıkan kilise içindeki ayazmasıyla bizi hayretleri içine düşürüyor. rehper dalga geçer gibi tam AVM yapılacak arazi diyor.Gülüyoruz. Ayazmanın suyu kilisenin içindeki musluklara bağlanmış.Kutsal su diye içiyoruz. yüzümüzü yıkıyoruz. bol bol kutsanıyoruz. yetmedi şişlere doldurup ev haline taşıyoruz.




 Ve ana caddeye varıyoruz. Haliç karşımızda.  Buralardan hep geçip hiç bakmadığımı farkettiren bir bilinçle bitiriyoruz turumuzu.
Bu turdan sonra aklıma yazdım, etrafımızda olan bitenleri görebilmek için  yavaşlamak gerek.

Güzel şehrim, iyi ki varsın ve bende senin bir parçanım.


CTC Kültür , rehperimiz Nigün Kirman'a, TSAG ekibine ve beni bu muhteşem güne dahil ede arkadaşıma sonsuz teşekkürler... 
Not: Hemen bir sonraki tur planlandı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder