14 Ekim 2016 Cuma

İKİ NEHİR ARASI YOLCULUK

 Insan hayatında bir çok yol yapar ama pek azı iki nehir arasındadır. Bu yüzden bu seyahatim suyla arınma üzerine kuruldu. Her adımda başka bir suya değdi parmaklarım ve her su damlası bende bir çok farklı hislerle donandı.
Dicle ve Fırat bu iki nehir ama metaforu zihnim ve yüreğim aslında.

Hayat üç bölümdür demiş  J.Paul Sartre.
  • Dünyayı değiştireceğini sandığın birinci bölüm,
  • Değişmeyeceğini anladığın ikinci bölüm
         VE
  • Dünyanın seni değiştirdiğine emin olduğun üçüncü bölüm.
Bu yolculuğumda bütün goller üçüncü bölüme.


             
            




Uçağa binmeden evvel havaalanındaki tünelde karşıma
çıkan bu püflü yazılar istikamette beni bekleyenlerin habercisi sanki.

Ve 2 saat sonra tarihte geriye çoook geriye gidiyoruz. Bütün ezberlerin bozulduğu Urfa’dayız. 3 büyük dinin ortak noktası Avraham’ın – Hz. İbrahim – doğduğu yerdeyiz.
Turu planlamamız Şubat, tura katılım eksiksiz ve tur hareketi Ekim. İstekli olmak böyle bir şey.
Insan isterse önünde dur olamaz ki zaten.


Bu tura katılmak istememiz ağırlıklı Göbeklitepe’yi keşfetmek ve bunu 
AliCanip’in dizeleriyle taçlandırmaktı  ancak sözler havada kaldı. 







Göbeklitepe’ye girmek hayal oldu. Burada ki ders ise birşeyi çok isteyip hedefe odaklanınca diğer güzellikler kaçabilir. 
Oysa biz takılmadan turumuza devam ettik çünkü daha nice yakalanacaklar vardı ileri ki anlarda. Ama içimizde kalmadı değil. Bakalım ilerleyen zaman bize ne güzel açılımlarda bulunacak derken Urfa Arkeoloji müzesi bize replikasını sundu hemde orjinal boyutlarıyla.
Dilek ağacında dilek dilemeyi unutma diyenlere replikasında dilek kabul olur mu dersiniz?
Sonuçta aynı düşünceyle yapmışlar maketi di mi:)


Sol üstte dilek ağacı



Yuval Harari’nin Sapiens kitabında dediği gibi buğday insanı köle yaptı. Bizde tam buğdayın evcilleştirildiği topraklardayız. 12.000yıl öncesinde Göbeklitepe’deyiz.
Din yok, yazı yok, alet yok, maden yok...
Peki mabet niye var o zaman?
Ya o kabartmalar nasıl yapıldı o koskoca tapınağın tonluk sütunlarına? Tarih çakmak taşı ile diyor.
Ali Canip ekliyor, ihtiyaç duyan insan yaratır ve yaratan insan her zaman şekillendirir.
Öncesi yok, sonrasıyla arasında çok zaman var. Kafada cevapsız sorular çok!



   
Orda bir Göbeklitepe var arkamızda, göremesekte
bastığımız yer 12.000 yıl öncesi
                                                                                           
Urfa ilginç. Adı El ruha’dan geliyor.
 Hristiyanlığı ilk kabul eden şehir ve her döneme uygun davranabilen bir şehir dolayısiyle günümüz itibariyle alkol yasak şehirde.

Burada bir kutsal Mendil hikayesi varmış. Urfa kralı pagan. Cüzzam olur. Derler ki Kudüs’te bir şifacı vardır- ki bu şahıs İsa’dır- derler. Kral hemen bir ulak gönderir ve ona der ki “Git ve onu buraya getir!”
Isa’nın oraya gitmesi mümkün olmayınca ulak onu mendile 
resmeder. Kral mendille yüzünü silince şifa bulur ve bu yüzden de ona inanmaya başlar. Bu mendil daha sonra Ayasofya’da da karşımıza çıkacaktır.



Ordan Harran’a geçiyoruz. Kumla konikleşmiş bir şehir. Kurak, bozkır ve sapsarı. Ama çok hoş bir ikilem var karşımızda. Çoraklığı örten, onu görmemize engel olan renklerle dolu buranın dünyası. 




Adeta tek düzeliğin ölümüne sebep olmuş rengarenk entariler, rengarenk baş örtüleri. 
Hem giyindik, hem bağladık. Bir anda oralı olduk. Ne hoş bir duygu bir yere ait olmak. Hem de sadece bir elbise, bir örtü, iki şarkı ve sevgi dolu bir sarılma ile.



Ordan istikamet Balıklı göl. Uzun yıllardır adını ve ününü duyup gitmeyi arzuladığım bir yerde tam da yol ayrımı kararlarımın olduğu bir dönemde gelmenin şaşkınlığı içindeyim. 





Avraham / Ibrahim’in huzurunda ritüele uygun baş örtümü taktım, elim yüreğimde minicik basit bir mağaranın içinde yüreğimden diledim sözlerimi. 






Tam son defa tekrar ettim ki ezan okunmaya başladı. Yani Tanrı’m beni duymuş olmalı… Hangi dilde dua yapıldığının bir önemi yok bence, önemli olan niyet işte ve Ali Canip gene ekliyor:  Ritüel yaparsan olmuştur, Dua ise yaradana kalmıştır. Bilemeyiz olmuş mudur? Bu senkronizasyon bana duamın kabülünü işaret etti. Yüzümde gülümseme ve ferahlamış bir bedenle dergahı terk ettim sırtımı kutsal yere dönmeden. Ritüellere uymak lazım gelir.

Ve gölün etrafında balıklara yem verirken yeniden fısıldadım. Ali Canip beyaz balığı görürsen dileklerin olmuştur demişti, ve ben kalbimde o bembeyaz balığı tüm karaların arasında gördüm bile.

Bu turun benim için içsel tarafı çok ama oğlanlar için kebab, katmer  ve baklava odaklı. Haklılar. Bu gencecik zihinlerin benim gibi düşünüp irdelemesini bekleyecek halim yok tabii ki. Ye oğlum ye…
Zaten öyle de yedik yani.

Otelimiz Manici Otel tam balıklı gölün dibinde. Bu yüzden pek huzurlu. Odalar ve dekor harika. İnsanı etkisinde bırakıyor. Urfa’ya özgü sıra gecesinde bir ilk yaşayan ben, Kars’tan sonra fark ediyorum ki her yolculuk beni bana tanıtıyor. Kars’ta içilen karlı Rakı’ya, lezzetli sazan balığına burada acılı çiğ köfte eşlik ediyor. Aman ne acı. Burnumdan çıkan dumanlar adeta bir ejderhaya dönüştürüyor beni. Oğlanlarla rakı tokuşturmasının keyfine diyecek yok tabii ki, eşliğinde birde Sarı gelinle dans. Sıralıyoruz bütün tur. Hem ter akıyor sırtımızdan hem dumanlı kafalarla zılgıt çekiyoruz. Biranda Urfalıyız ezelden oluyoruz şalvarlar ve yemenilerle. Gene aidiyete geliyor aklıma. Gülümsüyorum hafif sarhoş halimle…


            






    


























Urfa Arkeoloji müzesi bir rüya. Sanki Amerika’da Metropolitan müzesinin
paleontoloji bölümündeyim. Dekor ve sunum muhteşem. Binanın mimarisi ise ayrı bir güzel. Demek ki ülkemde güzel işler yapanlarda var. Neymiş, istemek yeter!









Derken sıra Halfeti’de. Citta Slow ünvanlı şehir Urfa’ya bağlı;  uzaklığı 120km. Şaşılacak bir durum çünkü Antep’e daha yakın: 100km. Hal böyle olunca da nereye bağlı olduğunun bir önemi yok zira bütün bağlar Antep’le kurulmuş.

Önce göl üzerine kurulmuş lokantada ‘haşhaş kebabı’* nı mideye indiriyoruz. Ardından 1 saat kadar sürecek tekne ile Fırat’ın suyu üzerinde geçmişe yol alıyoruz.

Tüm nüfus, köyleriyle birlikte, 50 binden az. Pek de adını duyan, nerede olduğunu bilen, giden yok; taa 2000’lere kadar.
Birdenbire bir  GAP projesi ‘baraj inşaatı’ başlıyor. Yıl 1996; Halfeti gazetelerde, TV’lerde gösteriyor kendini ilk kez. 2000 yılının sonlarına doğru sular basıyor her yanı. Bazı köyler, yerleşim alanları, suların altında kalıveriyor. Caminin minaresi, suyun üstünden dünyayı seyretmeye devam ederken teknede ben kendimi unutuyorum…








Suyun altında kalan hayatları düşünüyorum. Evler, mezarlar, okullar, camiler, yollar, hayaller, acılar, sevinçler… Sanki bir sinema filminin içindeymişiz gibi yol alıyoruz. Herşey 2000’de donmuş, kalmış. Bir zamanlar çocukların koşturduğu daracık sokaklar, şimdi bomboş. Köyün aşağı mahalleleri, camisinin yarısı, sular altında. Evlerin bir kısmı da.  Hayatları zorla kaplayan suya elimi daldırıyorum, birkaç dakikalığına da olsa oradaki canlı hayatı hissediyorum. Sesleri duyuyorum. Birilerinin baraj yapma kararının sonuçları nelere sebep oluyor susuyorum. Evren hep böyle, birileri karar alır, hesapsızca uygular, sonuçlarında oluşanları tarih yazar.


Halfeti’nin hüznünü geride bırakıp Antep’in dünyasına giriyoruz. Otelimiz şahane. Şirehan. Taş bir avlu. Kına gecesi var. Gelin kırmızı giyinmiş. Kendimi hatırlıyorum Yaşım 24 sinagog’un kapısındayım. Babımın kolunda. Eşim olacak o geniş yüreğe doğru yürüyorum. Hüzün kapladı gene içimi. O da bir tarih şimdi. Ama olsun biz 3 kişide iyi bir aileyiz. Güçlü olmak için ordu gerekmez ya. 









Yemek yemek yemek devam ve sabaha Zeugma bizi bekler. 

Ancak Zeugma'dan önce yapılması şart bir ritüel daha var. Sabah kahvaltısına Katmer. Antep  klasiği.





İkinci kere giriyorum müzeye ama geçen senelerden herşey daha da bir güzel ve teknolojik olmuş. Işıklandırmanın, hologramların ve Ali Canip’in anlatımlarıyla yaklaşık 3 saat içeride dolanıyoruz.
Zeugma ismini Roma verir ve adının anlamı geçittir. 500 yıllık bir şehir... 
Komagene kralı Antiogos zamanında MÖ 1000lerdeyiz. Ve bizlerin çok sık kullandığı terimin anlamını burada kavrıyoruz. “ Antiogus’tan kalma” Çünkü bu kral Yahudilere kucak açmış. Güzel günler yaşatmış. O yüzden bir şey çok eskiyse bizler sık sık söyleriz bunu. Herşeyin bir sebebi var kavradım.





Binlerce mozaik arasında kayboluyoruz. Herşeyin arkasında bir sembol gizli. Ali Canip ekliyor: Sembolizm söylerken gizler, gizlerken söyler.






Derken 19.yydan kalma sinagoga giriyoruz. Yerel rehperimiz gittiler hepsi gittiler diyor. Hiç birinin ne telefonu, ne de ismini kayıt etmişiz, minicik mahallenin çocuklarıyız ne gerek var ki tüm evler belli. Kim düşünürdü ki gidecekler diyor. Teknoloji imadadına yetişmiş ya facebookta buluvermiş birini ama yüzlercesi kayıp.
Gezgin Vital Cuinet 1880’li yıllarda Yahudi nüfusunu 857 olarak vermekte 1945’te 327’ye, 1965’te 152’ye düşmüştür. Özellikle 1975’de başlayan göçler sonucu da 1980’li yıllardan sonra kentte yerleşik Yahudi kalmamıştır.



Şu hüzüne bir ara verelim ve İmam Çağdaş'ta bir soluklanalım. Hani sanki bir süredir yemiyormuşuz gibi bir de Ali Nazik yiyelim baklava'nın havuç diliminin öncesinde.

             


 Halfeti’nin üzerine eklenen hüzün sinagogla yükselişte ve Ermeni sokağında artıyor. Bugün café olarak kullanılan ( Papirüs café )  harika taş bir binanın içindeyiz. Duvarında Ermenice "Bu ev bu gün benim, yarın senin. Yani kimsenin," yazıyor. Sahibi Nezaret Gabaryan kimbilir burayı ne zaman öylece bırakıp gitmiş. Binanın işçilikleri nefes kesici güzellikte ve bu gün istesek belki de yapacak usta yok. Ne acı. Farklılıkların renginden eksildiğimizi görüyoruz.




Menengiç kahvesi yudumlayıp ne olacak bu ülkenin hali demeden edemiyoruz.










Sırada alışveriş. Acılı ezme, zahtar, pul biber, Antep fıstığı, nar ekşisi. 
Ardından bakırcılar çarşısına maşrapa almaya, derken çarık, biraz alıç, bir şalvar, bol bol baş örtüsü.
      







 Havalimanına varınca 3 gündür aralıksız yediğimizi, sınırsız dua ettiğimi, sürekli şükür ettiğimi ve geçmişte olanların hepsinin bu günde bir anlamı olduğunu, insanoğlunun bilimsel sorular sorup her daim bilim dışı cevaplar verdiğini, ülkemin ne bereketli toprakları, insanları ve kültürü olduğunu ne yazık ki politik olayların kurbanı olan cahil hallerde kaldığımızı fark ettim. 



















Bu turu düzenleyen Sacred7Travel Ayşe Kaynarcalı'ya, nefis rehperimiz Erdem’e – ki onunla bir blog yazım olur gibime geliyor-  ve tabii ki sözlerinin güzelliğine hayran olduğum Ali Canip Olgunlu’ya sonsuz teşekkürler.

Bu turu benimle paylaşan kardeş gibi yakınlarıma ve en çokta sadece yemek için bile olsa bana eşlik eden Eytan ve Meir’e kucak dolusu öpücükler.
Ne demişler sen yola çık, yol önünde belirir.

Sırada bakalım hangi şehirin büyüsü var, heyecanla karşıma çıkmasını bekliyorum.

Bu turun özeti böyle ama dönüştürdükleri çok fazla. Yom  Kipur orucuyla tam olarak içselleştiler. Artık biliyorum 3. bölümdeyim yani dünyanın beni değiştirdiği! 
Sizide değiştiriyor, fark ettiniz mi? yoksa hala ikinci bölümde misiniz?


*Çekilmiş kırmızı biber, sarmısak, maydanoz, kıyma iyice karıştırılıp şişe geçiriliyor, hafif ateşte güzelce pişiyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder