27 Ekim 2016 Perşembe

Kırmızı-Beyaz’dan Mavi-Beyaz’a





 Yol bana iyi gelir o yüzden gene yoldayım. Urfa Göbeklitepe Antep üçgeni içimde yavaş yavaş etkisini yitirse de ( yemeklerin katkıları için daha zamana ihtiyacım var gibiJ ) zihnimde daha dolanacağı kesin.

O coğrafyadayken insanların farklılıklarını, çeşitliliklerini ve kimliklerini kayıbetmesiyle ilgili hislerim olmuştu arkasından kimlik ve aidiyeti sorgulamıştırm. Şu kaçamak hafta sonu bana bunu daha bir sertlikle sorgulatır oldu.

Gece ortobüse bindik ve İpsala gümrük kapısından geçtik. Trabzanlar kırmızı beyazdan tam orta noktada mavi beyaza döndü ve Mehmet’ciğimi selamlayıp Dimitri’ye boş gözlerle bakar buldum kendimi. Bir bayrak solda arkamda kalırken başka bir bayrağa doğru heyecanla ilerlemeye başladım.


İlk şok Selimpaşa’daki benzinci tuvaletiyle geldi. Pis ve kokuyordu, her yer savaş alanı gibiydi oysa gündüzleri hiç böyle olmazdı orası. Yünan tarafına geçince ilk benzinci tuvaletinde temizlik olması gerektiği gibiydi. Bunu hiç anlayamam. Ama Selimpaşa’daki kasiyer genç cevapladı. “ Insanımız bu!”
İşte tam bu noktada bu insan Yünan tarafına geçince temizlik abidesi mi oluveriyor? Biri yere atınca, tükürünce herkes bunu normal mi sanıyor? Kırmızı ışıkta bekliyorsam enayi mi oluyorum? Deli deli sorularla kendimi Selanik’te buldum. Herkes diyor ye ye ye max 20-30euro... peki neden benim ülkemde bu yemekler 80euro. Kazıklanmak doğal bir ruh halimi? İsyan yok mu? Bu doğal mı?

           
















Belediye başkanını anlatıyor rehper. Yahudiler için kaşerut – Kosher- kurallarına uygun restaurantlar açan, Atatürk’ün evinin cadddesine Atatürk caddesi adını vermek isteyen insandan. ( Aziz Dimitriou caddesi aslında orası ve hükümet hop! Demiş bu fikre) Böyle yürekler var birleştiren. Sabah kilisede ayin seyrediyoruz. Aynı Tanrı, aynı dua, aynı hisler. Mum yakıyorum aynı dilek için geçen hafta Balıklı gölde Avram’a ( İbrahim ) söylediğim gibi. Orada ezandı burada çanlar eşlik ediyor bana.  Yom Kipur ( Kefaret orucu) şofarının ( Keçi boynuzu) yüreğimdeki  sesi hala canlı. Coşkun bendeniz Atatürk’ün evine doğru ilerliyoruz.

Büyük önderin bir zamanlar yaşadığı o evden içeri girmenin heyecanı içinde
küçücük bir çocuğun coşkusuyla güvenlikten geçip içeri giriyorum ki o da ne. Bina sadece bilgiye dönüşmüş. Duvarlarda yazılar, kişisel eşyalar ancak yaşanmışlıktan eser yok. Daha önce görenler cık-lıyor, olmaz ki bu kadar herşeyi değiştirmişler diyorlar. 

Çağdaşlaşma örneği
18 Haziran 2012 Atatürk'ün hatırasına yakışacak çağdaş müzecilik anlayışıyla yenilenmesi için özenli bir çalışma gerçekleştirilmesi adına bina kapatılıyor ve sonra ruhsuz ama çağdaş müzeciliğe uygun bir mekan yaratıyorlar. Ben dahil kimse beğenmedi duygusuz bir yer olmuş ancak içimdeki duygusu sonsuzluğa bedel. Bedensel olarak yoksa bile, yapıtları ve sözleriyle her daim yaşarken yüreklerde canlı. Ben gene sorguluyorum kendimi hiç görmediğin, dokunmadığın birine bunca AŞK nasıl olur diye. 
Bu çağdaş hale gelmemiş hali

Cağdaşlaşma öncesi

Bahçede babasının ektiği nar ağacının arkasına geçiyorum, gizlice kovuğundan
bir parça koparıp elime alıyorum tüm yaşanmışlıkları hissetmek adına. O anda gene kendimi çocukluğumun bahçesinde buluveriyorum bedenim Selanik’teyken,dedemin bahçesindeki nar ağacının altında. Onun o güzel gülümsemesiyle bana Stella derken gözlerimden yaşlar akıyor. Nerede olduğunun bir önemi yok işte...


Derken arabaya Yorgo amca biniyor. Sene 1964 Cihangir’e dönüyoruz. Cebinde fotolar var Yedikule sahilde çekilmiş. Kalakalıyorum. Türk mü? Yünan mı? Ailece kalkıp göçüyorlar. 6-7 Eylül olayları 1955’te ama aile dayanmış. Soruyorum neden bunca olaya rağmen kalmaya devam ettiniz diye. Cevap yaralayıcı. Göç kolay mı hanum kızım? Bir ah çekiyorum derinden Urfa-Antep-Halfeti üstüne. Gelip yapışıyor gene aidiyet yakama bu coğrafyada da.
Göçün  arasındaki tek kriter ;din;  Yorgo Amca Türkçe ekliyor. “Anlaşılmaz durumlar,  baksanıza yüzümüze hepimizin siması aynı.” İnsanız diyor kısaca. Ve öğreniyorum ki II.Dünya Savaşında 45 bin Selanikli Yahudi Auschwitz’deki toplama kampında katledilmiş. Birleşiyor muyuz ayrılıyor muyuz sorgulamadan edemiyorum, allahtan yemekler çok lezzetli, ortam çok keyifli. İki kadeh Barbayanni yuvarlıyoruz oh geçti hisler. Üstüne bir de meşhur pastane Terkenlis’ten çukulatalı çörek götürüyoruz. Biraz alışveriş. Hisler yok oldu.
Derken sabah Kavala’ya doğru yol alırken yol üstünde kanlı Kıbrıs haritaları görüyoruz. İnsan içine nefret ekmeye görsün. Ah Yünan ah diyorum. Ve  harika manzarasıyla Kavalalaı Mehmet Ali Paşanın evinin önüne varıyoruz. Yünan pek seviyor paşamızı. İhanet eden paşanın evine pekte güzel bakıyorlar, bahçesinde de kocaman bir kilise. Demek ki her dönem bir sorun var devlet içinde, çıkarlar deyip geçiyoruz. İstersen geçme. 


Harika manzaraya kahve içmeye oturuyoruz. Servis yapan kıza 3 kere “One americano please,” diyorum, kadın yüzüme bakıyor, “Please wait,” diyor. Ülkemin bıçkın garsonlarını düşünüyorum ve ah Yünan ah! Ama bu manzaraya hesap gelince ah ülkem ah gene...
















Kavala’yı terk etmeden gelenekselleşmiş Nea Karvali’de Kourabiedes İoakimidis isimli dükkanda Kavala kurabiyesi almak üzere duruyoruz. Ve Yorgo amcadan sonra yeniden sorgulamalara teslim olacağımdan habersiz, taze demli çay ikramı eşliğinde Anita ile Türkçe konuşuyoruz. Bu da yetmezmiş gibi Türk parası ile alışveriş yapıyoruz ve her yerde 5 euro fiyatı olan ve hiç değişmeyen lezzetiyle tereyağlı kurabiyeleri tadıyoruz. Gene ah ülkem derken buluyorum kendimi. Bizde hiç olmayan standartlara uçuyor aklım, turist kazıklamaya. Şimdi diyorum para nedir ki? Para biriminin ne anlamı var? Demli çayı buldum ya bedensel olarak Yünan’dayım ama hisler memleket havasına uçuverdiyse sınırlar nerede? Elimde kurabiye kafa gene sorularla Gümülcine’ye kahve almaya doğru yol alıyoruz...

Kahveler yol üstünde arabaya teslim ediliyor, şehire şöyle bir bakış atarken Ermeni soykırımı anıtı ile karşı karşıyayız. Neden sorusu gene camdan yansıyor ve otobüsümüz sessizce Alexdrapouli’ye doğru yol alıyor...



Aya Yorgi’de nefis yemek sofrası hazırlanmış bizi beklerken, beni bekleyen başka bir hedef var kalamarlar ve cacikiden (TZATZİKİ)önce. Deniz beni çağırır. Senenin son deniz suyuna dalmadan, 7 batış ritüelini uygulayıp yeniden buraya gelmeyi dilemeden olmayacaktı. İnsan istesin önüne engel yok. Burada suda olmakta bunun bir ispatı. 

Sahil bomboş ama biri var. Minik bir varlık. Ben suda bir başıma yüzerken gözlerini üzerimden ayırmayan bir can kurtaran O. Dünya şekeri bir bekçi. hayat kimden destek alacağınızı size her daim işaret eder. Ve biliyoruz ki hep korunuyorsak korkular, endişeler niye o zaman?

sorular aklıma yer etmeden, suyun tuzuyla, güneşin ışıkları bedenimde dans ederken bir kabuk alıyorum kumdan elime, evimdeyken beni o sahile taşıyabilsin diye.






 Hem Jumbo, hem marketler bile kapalıyken ne kadar alışveriş yapılabildiyse artık o kadarıyla  geri dönüş yoluna geçerken yüreğim taşkın ve nereye ait olduğumdan pekte emin olmadan şehr-i İstanbul’a dönüyorum. Ülke sınırlarına girerken çalan “Bir başkadır benim memleketim” şarkısı ile içim buruk. 
Hakkatten bir başkayız!




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder