6 Ocak 2017 Cuma

Kötülüğün kısa vadedeki kazancı, iyiliğin uzun vadedeki kazancının başlangıcıdır…

Check Point Charlie

Berlin 2016 Aralık
Soğuk ve gri dediler,
Köşeli ve sivri dediler,
Kuralcı ve esnek değil dediler,

Ben Doğu taraftayken Rina Batı'da ne garip bir ikilem
Yılbaşı pazarında ölenlerin anısına ...
Geldik, isteyerek, merak ederek biraz da son hafta yaşanan yılbaşı pazarı olayından dolayı huzursuzlukla...











Beklenen soğuğu şahsen hissetmedim. 
Gri yerine yılbaşı ruhunun yeşili kırmızısı ve pırıltıları karşıladı bizi. Kurallarıyla herşeyin ne kadar kolay olduğunu, esnek olmadıkları için güvende olduğumuzu, köşeli hallerinin aslında yaşanmışlıklardan kaynaklandığını, sivriliklerini de  sergiliyebildiklerini gördüm şu kısacık bir kaç dolu günde.
Bu seyahatim her ne kadar yılbaşı ruhu, inanıda yaşamak ve keyifli anları arttırmak adına olsa da altında derin bir hedefi kapsıyor.


Ilk hanuka mumunu sokakta İstanbul’da yakıp son geceninkini Berlin’de yakma hevesime, kötülüğün başladığı toprakları görme telaşım ekleniyor. Yılbaşı ruhuma bitmeyen öğrenme hevesimi ve canım arkadaşımıda ekleyip yola çıkıyorum.

Brandenburger kapısı önünde menorah


İnsanız haliyle ön yargılarımız var. Ilk Almanya seyahatim Frankfurt’a olmuştu ve pasaport kuyruğunda beklerken ya polis bana yahudi olduğumu sorarsa ne derim diye gerildiğimi hatılıyorum. 
Burada yahudiler “artık” güvende... 











Sokakta bir kaç adımda bir evlerin kapısının önünde metal plakalar görülüyor. (1) 
Walter SteinWasser
doğum 1899
deport 8.11.1943
Auschwitz
ölüm 2.1.1944

Her levhada nefes daralıyor. Tek tek buradan alınıp götürülen yahudilerin isimleri pirinçten yapılmış 10x10cm levhalar sen üzerine basıp geçtikçe pırıl pırıl parlıyor. 
Artistin seçtiği metalle aslında tarihe bir göndermede yapılmış oluyor; yok olmuş insanların aslında gerçekte hep parladığı yönünde. Derin bir nefes alıp yürüyoruz. Şehrin en büyük meydanının önünde soykırım anıtı, her yerde ibranice yazılar ve hanuka bayramı dolayısıyle kocaman sekiz kollu şamdan(2).





Sadece 70yıl önce yakalarına takılan sarı yıldızla homoseksueller, çingeneler ve engelliler gibi ötekileştirilen, sistematik olarak katledilme planlarına kurban giden o gün 160.000 bu gün ise 30.000 yahudi var Almanya’da.
-dip not: 1933ten önce nüfusun 0.7% yahudiymiş.

savaşın izleri çok acıtıyor...
Berlin şehrinin hikayesi ilginç; Otuz Yıl Savaşları 1618'den 1648'e kadar sürdüğü sırada belki en çok Berlin'i vurdu. Nüfusun yarısı azaldı. Friedrich Wilhelm 1640'ta Berlin'e Avrupa'nın çeşitli yerlerinden insanları davet etti. Zamanın en cok parası olan insanları tabii ki yahudi ailelerdi. O yüzden 1671'de 50 tane Yahudi ailesine Berlin'e Avusturya'dan taşınma izini verildi. 1685'te Friedrich Wilhelm Fransız Huguenotları Mark Brandenburg'a davet etti. 15.000'nin üzerinde gelen Huguenotların 6000'ini Berlin'e yerleşti. 1700'de Berlin'in nüfusunun 20% Fransızdı. Kendilerine kilise yaptılar ama tam karşısına da Almanlar biraz daha yükseğini. Her daim güç savaşı...




1918’de 1.Dünya Savaş’ında yenilen Almanya’nın tek sorunu ekonomisiydi. Tarih olaylara her daim bir günah keçisi arar ve nedense hepte aynı ırk seçilir. Gene lanetlenmiş ırkı buldu ve yahudilerin parası ilk ciddi hedef oldu. Ulkenin kalkınmaya başlaması 1933’te Nasyonal Sosyalist partisinin 38%oyla başa geçmesiydi. Adolf Hitler'in hapisteyken kaleme aldığı Kavgam'da anlatıldığı gibi sistematik ilerlemenin ilk adımları başlamış oldu. ARİ IRK yaratma derdiyle ülkeyi, anayasayı ve yaşam koşullarını tamamen değiştiren Hitler tarihe kara leke olarak yazılmaktan kurtulamadı.
Sonrasını adım adım tarihte biliyorsunuz ama Topogphy of Terror müzesinde bunu dökümanlarla görmek insanın içini sızlatan türde.

Her daim ötekileştirerek kötülüğe maruz bırakılan insanı bu acizlik seviyesine getirenin aynı ırktan bir başka insan olmasını insanın aklı almıyor.

Rehperimiz Israelli Berlin’de yaşayan bir genç Adı Eyal. Onunla gezerken sokak aralarında ilginç noktalarda duruyoruz. İlki metro durağı önündeki anıt.




O dönemde tekstilcilerin ve modacıların bir çoğu yahudi. Anıt o günlere gönderme. 3’lü bir camın içine giriyorsunuz. Her yerinizi incelemeniz mümkün. Dışarıdan sadece bir ayna iken yerdeki yazı sizi o güne götürüyor. 

Önündeki metro durağı ise öylesine bir durakken içeriye girerken farketmediğinizi dışarıya çıkarken farkediyorsunuz. 
Dönemin tekstilcilerinin adlarını tek tek basamaklarda sıralanmış. Gene aynı his, onlar yoklar ama aslında varlar.

























1938 yılındayız, Kristall Nacht olarak bilinen geceden sonra katolik kilisesinde Lichtenberg adlı bir katolik papaz bu yapılanın büyük bir haksızlık olduğu hakkında konuşma yaptıktan kısa bir süre sonra hapise atılıp vatan haini damgasıyla Dachau toplama kampında katledildi.






Adim adim yuruyoruz rehperimiz Eyal ile. Her adımda durup iç çekip inanması güç şeyler dinliyoruz.

Bebelplatz meydanındayız. 1933’te yahudi yazarlara ait 20.000 kitabın yakıldığı noktadayız. Lenin'in okudugu Hukuk fakültesiyle Einstein'in okudugu Humbolt Üniversitesi’nin arasındayız.









 10 Mayıs 1933’te Nazi öğrenci örgütü üyelerinin yaktığı kitapları simgeleyen
Micha Ullman tarafından tasarlanan ve yakılan 20.000 kitabın sığabileceği boş bir yeraltı kitaplığı (raflar) yer alıyor. Rafları yerdeki cam bir panelden görüyoruz. Aynı meydanda birkaç farklı noktada yerde yer alan metal plakalarda da kitapları yakılan yazarlar arasında yer alan Heinrich Heine’nin 1821 yılında Almansor adlı oyunundan şu cümle yazıyor:



“That was only a prelude; where they burn books, they will in the end also burn people”.  

Kitapları yakanlar bir gün insanlarıda yakarlar. 

Bu günlerde Ayşe Kulin’in kitabını okuyanınız varsa aynı satırları orada da bulacaksınız.
Ve 1940’larda kamplarda gerçek oluyor bu sözler.  Her yıl Mayıs ayının başında anma töreni adına Humbolt Üniversitesi tarafından aynı meydanda edebiyat festivali düzenleniyor; festival boyunca meydana konan raflardan kitap alıp yerlerdeki minder ve hamaklarda okumak mümkün.


Derken Berlin Dom önündeyiz. Adolf Hitler’in konuşmasını yaptığı günle bu gün arasındaki fark inanılmaz. İnsanın içi titriyor kimbilir o gün bu meydanda ne sözler söylenip yerine getirildi. Birden bizim meydanlarımızı düşünüyorum taraflı konuşmalarda kalabalığa müdahale olmayan ama halk etkinliklerinde tomalar ve askerler… Otoriteye karşı durmak mümkün değil işte. Cezası hep aynı.

Rosenstrasse üzerinde duruyoruz. Burası 2. Dünya Savaşı sırasında Yahudi erkekler ile evlenmiş Aryan (Arî, saf Alman) kadınların, kocalarının toplandıkları binanın önünde yaptıkları eylemin olduğu alandayız. Ruth isimli bir kadının kocasını kaybetmesi ile başlayan  baş kaldırı 600kadının desteği ile büyüyünce çaresiz kalan Gestapo binada tutuklu kalan erkeklerini serbest bırakır.(3) Diyorum kadınlar kurtaracak bu evreni çünklü kadın demek koşulsuz AŞK demektir. Adına yapılan anıttaki her detay saatlerce bakıp üzerinde düşünmeyi gerektiriyor ama vaktimiz kısıtlı yürüyoruz.

Karşımıza bir direk çıkıyor. Üzerinde adlarının sonlarına yahudi oldukları belli olsun diye yakıştırılan takma adları görüyoruz. Bütün kadınlar Sara ve bütün erkekler Israel. Peki bu kişinin yahudi olduğunu nasıl bilecekler ve bu takma adlar konulacak. Üşenmemişler ve bir tablo hazırlamışlar. Yahudi kimdir? Tek bir ebeveynin yahudi olmasıyla ailenin nasıl ari ırktan uzaklaştığını gösteren bu tablo günümüzde yahudi olmak ve Israel’de yaşam hakkına sahip olmakla eş değer. Gene bir ironi ile karşı karşıyayız. Kötülükler kısa vadede tükenince sonsuz iyiliklere dönüşüyor. ve buna engel olmak mümkün değil.


Bir başka trajedi burada gözümüze ilişiyor. Sistemetikleşmiş planın nasıl kurallara bağlı işlediğini adreslerden toplanan ve trenlerle toplama kamplarına taşıma işlemi sırasında SS subayları tarafından tek tek trene bindikleri tiklenmiş. Alman disiplini diyorum, her zaman başarılı diyorum. Kurallara uygunluk diyorum ama tek diyemediğim neden bu nefret?



Tren istasyonun adı Grünewald. 1941’den itibaren bütün taşımaların yapıldığı 17nolu peronda bu gün bir anıt var gene. 186mtlik bir demir yol kalkan 186 treni simgeliyor ve her demirin üzerinde kaç kişi taşındığı ve ne yöne gittiği yazılmış. Bazılarının üzerine çiçek bırakılmış, acıtıyor.
 






Ve bir ara sokağa giriyoruz. Nefis grafitilerle süslü. Herbiri başka bir gönderme, özgürce sergileniyorlar, silen üzerini boyayan yok. Protesto serbest. Aklıma gece boyanan gökkuşağı merdivenleri geliyor. Yasaklar ve yasaklar.

 Sokakta minicik bir ev. Otto Weidt’e ait. Burası soykırım döneminde bir çok Alman’ın yapmaya çalıştığı, insanları sakladıkları, ölümden korudukları ve Gestapo’ya kafa tuttukları yerlerden biri. En ünlüsü Amsterdam’daki Anne Frank’ın evi ve daha niceleri. İşte gene insan ırkı kendini yok ederken aynı ırk onu koruyor. Soru aynı neden bu nefret?
Ev bir fırça yapım atölyesi ama çalışan herkes kör. 


Bu insanlar 1942’ye kadar burada bir şekilde korunaklı yaşadılar ancak her birinin hayatı kaçınılmaz sonla bitti ne yazık ki. İçlerinden biri umut dolu, diğeri ne yazık ki acı.

Alice Lindt Auschwitz yolunda attığı bir kartpostalla kurtulurken, Horn Ailesi binanın içine görünmez, penceresiz, havasız bir odaya Otto tarafından yerleştirildiler. 



Bir gün gündüz vakti burada kalmaktan bıkıp daralan Max sokağa çıkarak eski bir sınıf arkadaşını görür. Sohpetleri sırasında hiç sıkılmadan saklandığı yeri söyleyen Max ne yazık ki Gestapo adına çalışan yahudi arkadaşı Rolf Isaakson tarafından ispiyonlanıp Auschwitz’de katledildi. Yaşadıkları binanın kapısında Stolpersteinleri duruyor. Pırıl pırıl parlak hemde.


Bir kahve molası, harika Alman unlu mamüllerinin lezzetiyle soğuktan azda olsa sıyrılıyoruz. Soru kafamda, onlar o incecik pijamalarla nasıl yaşadılar bu soğukta? Bunca eziyet neden?

Istikamet mezarlık. İlk mezar taşı 1244 göstermesine rağmen aslında yerleşim başlamasıyla dikkat çeken ilk mezar taşları 1344 yılına ait. Yerden bir taş alıp adettendir bırakıyorum anıtın üzerine. Yüreğimdeki bütün bedensizlerin anısına… Içerisi yemyeşil bir bahçe. Mezar taşlarından eser yok. Biri hariç. Moses Mendelssohn 1789




Bu mezar taşı bizi onun torunu olan ve meşhur düğün marşının bestecisi Felix Mendelssohn’a taşıyor. Neden bu marş çalınmaz hiçbir yahudi düğününde? Hikayesi oldukça etkileyici. 1729’da doğmuş olan filozof Yahudi tarihindeki aydınlanma çağının en etkileyici isimlerinden. Kendisi o dönemde geto şeklinde yaşayan yahudi hayatının sona ermesini, almanca öğrenip topluma karışmalarının önemini vurgulamış. Eserlerinde bu fikirlere çok yer veren filozofun oğlu Hristiyanlığı seçmiş ve torunu olan Felix’te tam bir Hristiyan olarak yetişmiş. İşte o yüzden çalınmazmış bu marş düğünlerde.

Alanda bulunan bütün mezar taşları 2.Dünya savaşı zamanında toplatılıp bombalamada yıkılan Gestapo binalarının onarımında kullanılmış. Çok acı ama gene aynı düşünce ile kalıyoruz, sen ne yaparsan yap o isimler hep yaşıyor. Bir de ilginç bir noktayı anlatıyor rehper, taşların üzerinde uzun uzun yazılar var. Bu yazılarda ölen kişinin sıkıntılı olduğu, kötü olduğu durumları yazıyorlar ki Tanrı bunları dikkate alarak onu bu şansla tekrar dünyaya getirmesin… İroni nefis…


Yol üstünde Yahudi okulunu görüyoruz, önünde polis, tepede kameralar ve demir kapılar. Her yerde aynı hallerdeyiz deyip devam ediyoruz. Arada bir bina çıkıyor karşımıza iki bina arası kocaman bir boşluk. Rehper bu boşluğun yangınlarda yan binaya sıçramasın diye yapılan ara evler olduğunu söylüyor ve dikkat çeken ise duvardaki isimler. Bunlarda buralarda yaşayan yahudi ailelerin adları. Ölüler şehrin her yerinde canlı canlı, pırıl pırıllar işte…


Ve son durağımız olan Sinagog’un önüne geliyoruz. Artık bir müze olarak kullanılan binanın arkasının tamamı yanmış. Burası nasıl kurtulmuş Kristal Gece’de yağmalanıp yakılmaktan dersiniz? 





Hikaye ilginç: 9 Kasım 1938'de Kristal Gece olarak da bilinen gecede Sinagogu ateşe verildi. 10 Kasım sabahı sinagogun bulunduğu mahalde görev yapan polis memuru Otto Bellgardt Nazi kalabalığını dağıttı. Binanın tarihi değeri yüzünden koruyacağını söyleyen Bellgradt silahını çekip kanunlar çerçevesinde kullanmaktan çekinmeyeceğini söyledi. Bu durum itfaiyenin bölgeye gelip yangını söndürmesine olanak sağladı. Polis memuru Bellgardt'ın üssü olan bölge sorumlusu Kıdemli Çavuş Wilhelm Krützfeld bu durum karşısında polis memurunu korudu. Berlin polis komiseri Graf Helldorf Krützfeld'i sözlü olarak kınadı ve Krützfeld yanlışlıkla  Sinagogu'nun kurtarıcısı olarak etiketlendi. Her daim iyiler var demekten alamıyor kendini insan. Sinagogun önündeki 7. Mumu yanmış olan hanuka bayramı için konulmuş şamdan olan menoraha bakıyoruz ve mucize vardır diyoruz.

Gezimiz Soykırım anıtında son buluyor. Anıttan önce müzedeki bir odadan bahsetmek istiyorum. Serginin adı Shalekhet - Fallen Leaves - Menashe Kadishman tarafından yapılmış.  İçi 10.000 demir yuvarlaklarla çevrili akustik bir oda. Yerdeki tüm demir yuvarlaklar ağızları açık yüz şeklinde yapılmış. Siz üzerinde yürürken çıkan tınılar hem korkutucu hem de bir o kadar huzur veriyor. Amaç savaşın sertliğine gönderme yapmak ve tabi ki gene yok olanları canlı kılmak.
















Ve anıtın içindeyiz. Amerikalı mimar  Peter Eisenman  tasarlanmış olan anıt mezara 19.000m2 bir alana yayılmış 2.711 adet beton bloklardan oluşmakta. Her biri 2.38 metre uzunluğunda, 0.95 metre genişliğinde ve 0.2 ile 4.8 metre arası değişen yüksekliğe sahip bu taş bloklar oldukça rahatsız edici ve kafa karıştırıcı bir ortam yaratmakta;  bu tasarımlar sözde düzenli olan bir sistemin insanlıkla bağının kopmasını simgelemek içinmiş.2005’te açılmış ve  25 milyon Euroya malolmuş. Bu alana girince insan bir sessizleşiyor. Gerideki Branderburger meydanında Nasyonal Sosyalistlerin deli çığlıkları eşliğinde bir ırkın yok edilme planını iliklerine kadar hissediyorsun. İçinden geçerken bloklar bir alçalıyor, bir yükseliyor daha ötesi sen yola mı bakacan, duvara mı derken pat biri çıkıyor karşına çarpışıyorsun ansızın. Belli ki kafadaki sorular aynı. Gülümsüyorsunuz özür yerine. Anıtın içerisine girince kendini kaybediyorsun, tanımsız hale geliyorsun ve daha ötesi kaybolmuşluğun derin korkusunu yaşıyorsun. Yüreğin ağırlaşıyor ve panikliyorsun. Bir ağaç var onu görmek umut oluyor sanki çünkü orası çıkış. O kamplarda yok edilenlerinde bağlandığı bir dolu ümitleri vardı onları yaşama bağlayan. Umut öyle bir şey! Bir yolu var derseniz; asla pes etmezsiniz. Bunu anlatan bir fare deneyi var (4) yazının  sonunda paylaşıyorum ilgilenenlere…

Bir kitap “Insanın Anlam Arayışı” Viktor E. Frankl kamplardan kurtulan biri olarak kaleme almış 1946’da yayınlanmış. Yaşamdaki anlamın 3 farklı yoldan keşfedilebilir olduğunu söylüyor:
-      Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak ( başarı)
-      Bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek ( sevgi)
-      Kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek ( cesaret)
Kötülüğü izlemek üzere geldiğim bu seyahatimde bu kitabın son cümlesi ve oradayken yılbaşı geceki Reina saldırısı ve şu anda bu satırları yazarken İzmir Adliyesi patlaması ne kadar da örtüşüyor.
“ …çünkü dünya çok kötü durumda ve her birimiz elinden geleni yapmadığı sürece her şey daha da kötüye gidecek. Bu nedenle uyanık olalım: Auschwitz’den bu yana insanın ne yapabileceğini biliyoruz. Hiroşima’dan bu yana da neyin tehlikeli olduğunu biliyoruz”
Frankl bilmediği ise o anlardan sonra kötülüğün hep devam ettiği ve edeceği ama uzun vadede ise hep iyliğin kazanacağı.

Huzurlu anlarımız, mutlulukla gülen çocuklarımıza verilecek güzel günlerimiz ve umudumuz hiç bitmesin. Hoş geldin 2017.







Kendime not:  Kötülüğün devamı “ March of the Living” ile Polonya’da devam edecek.

1-Projenin adı STOLPERSTEIN. Almanca engel anlamına geliyor. Stumbling block deniliyor İngilizce. Alman bir artist olan Gunter Demnig tarafından 1992’de başlatılmış. 10x10cmlik pirinç levhalardan yapılmış kare bloklar Nazi soykırımı döneminde o binadan alınarak hangi kampa götürülüp katledildiğini yazıyor. Bu bloklar aynı zamanda çok antisemi,tik bir söylem olan “ Bu yahudiyi buraya gömmek lazım” sözünede bir gönderme olduğu söylenmekte. 2015 itibariyle 18 Avrupa ülkesinde 1000den fazla şehirde 50,000den fazla bu karelerden var. ( Austria, Hungary, the Netherlands, Belgium, the Czech Republic, Russia, Croatia, France, Poland, Slovenia, Italy, Norway, Ukraine, Switzerland, Slovakia and Luxembourg.

3-https://en.wikipedia.org/wiki/Rosenstrasse_protest aynı zamanda bu konu Holywood tarafından 2003 yılında film olarak vizyonda gösterilmiş.
4- http://serdarkuru.blogspot.com.tr/2016/01/umutlu-fareler.html


2 yorum:

  1. Kalemine sağlık. Sayende adım adım gezdim ben de :) iyiliğin uzun vadede kazanacağına duyduğumuz inanç ile sabredebiliyoruz. Umarım haklı çıkarız:)

    YanıtlaSil
  2. Dünya iyilerin enerjisiyle dönüyor....

    YanıtlaSil