3 Şubat 2015 Salı

Kadim Semtler



Harika bir gün geçirdim... Hem çok sevdiğim bir arkadaşımla, hem çok kaliteli bir rehperle uçuran bir İstanbul lodosunda ama her yer uçarken biz güneşle…
Bazen hayata koşturmacaya ve sorumluluklara ara vermek, andan kendine çalmak lazım.
Tam da öyle yapıp tam gün izin yazdım kendime.
Ben hayattan çalınca yolda olmayı sevenlerdenim.  Düştüm yollara...


İstanbul bambaşka bir şehir. Sizi büyüleyen bir çok farklı manzarası var. Kimi boğazdan, kimi Haliç’in hikayelerinden, kimi köprülerinden, kimi tepelerinden feyz alır. Her şair bir başka anlatmış zaten İstanbul’u. Bir çok yazarın kitabına girmiş. Her cihandan insane yaşamış içinde. Ne şanslıyız ki bizler tam onun içine doğduk.
Martıları, denizi, insanların farklı kültürleriyle tam bir mozaik... Doğu- Batı- Kuzey- Güney… Karmakarışık...


Bu keyifli İstanbul’un kadim tarafindan bir kaç noktayı gezme kararıyla düştük yollara.

Kadim semtler gezisinin ilk durağı Cibali. Bulusma noktamız Kadir Has Üniversitesi.
Üniversite kavramımı yıkan bir mekan. Mermer yerler, Starbucks,  içinde müze, tahta kapılar, bir de ne olduğunu tam anlayamadığım objeler- sonra rehperimiz onların Osmanlı döneminde kullanılan tulumbalar olduğunu söyledi.-

Burası 1884 yılında kurulan Cibali Tütün Fabrikası, 1900'lerin hemen sonrasında faaliyete başlayan kurumun büyük fabrika binası tütün işleme ve sigara üretimi için kullanılıyordu. 45 yıllık Fransız işletmeciliğinin ardından fabrikanın işletmesi cumhuriyetin kurulmasını takiben 1 Mart 1925'te devlete geçti.Fabrikada, uzun yıllar boyunca tütün işlendi, satıldı ve depolandı. 1949da ilk puro sarılmış, 1959da ise “Samsun” isimli ilk filtreli sigara. 1997'de Maliye Bakanlığı tarafından Kadir Has Vakfı'na satıldı. Dr. Mehmet Alper, binaların bir üniversite kampüsüne dönüştürülmesi için gereken restorasyon çalışmalarından sorumlu mimar olarak atandı. Üniversitenin planlamalarını yapan ekiple birlikte çalışan restorasyoncular, alanı bir üniversitenin ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde değerlendirmeye çalışırken; binaların orijinal karakterini ve mimari birliğini korumaya da özen gösterdiler. Gercektende iceri girdiginizde tugla duvarlarin yanında çelik konstrüksiyonlar bambaska bir hava katıyor ortama. Alt kattaki  Rezzan Has müzesinde aslında serge salonu demek daha mantıklı, Urartu takı kolleksiyonu sergisi gezip harika bir su sarnıcının içinde dolandıktan sonra kapıdan çıkıp ilk duraktan ilerleyeme basladik. Artık zaman durmuş bizler 10-11.yy içinde dalmıştık. Her adımda başka bir güzellik, baska hislerle yoldayız.


Cibali Kapısı

Cibali adı Cebe Ali isimli bir subaşına ait. Semt adını İstanbul’un fethi esnasında mühim yararlar sağlamış bu şahıstan alır. Ermiş olan bu kişi fetih esnasında şehit olup cibali kapı içine gömülmüş. Cibali, karakoluyla ünlü. Fetihten sonra kaptan-ı deryalar otururken zamanla avamların, meyhanelerin yerine donüşmüş. Bol yangınlarıyla meşhur Cibali’de hikayeler bol anlayacağınız..


Bölgede bir çok kapı var. O dönem deniz çok daha yakın tabii ki karaya. Yürümeye başladığımızda İmparator Theodosius tarafından 5.yyda yaptırılan ve günümüzde çok da bakımlı olmayan surlar eşlik etti bize. Bu hepimize restorasyonda ne kadar basarısız olduğumuzu işaret ediyordu sanki. Bununla beraber surlar boyunca pek çok kapının günümüze kadar bir şekilde -ki eminim kendiliğinden-korunduğunu da görmek mümkün. Bunların arasında bölgeye de ismini veren Ayakapı, Mimar Sinan tarafından 1582’de yapılan en önemli mimari eserlerden.















İlk durak Gül camii. (Ayia Theodosia) İstanbul'un Ayakapı semtindeki Doğu Roma döneminden kalma dinî yapıdır. 10. ya da 11. yüzyılda yapıldığı tahmin edilmektedir. İkonoklazm akımı sırasında Büyük Saray'ın ana girişi Halki Kapısı üzerindeki İsa ikonasının indirilmesine karşı çıktığı için öldürülen Theodosia adlı kadının kutsal emanetlerinin bu kiliseye konduğu icin adini ondan almaktadir. Bakılamayan kilise yaşasın diye 1499 yılında devşirilip camii olmuş. Yerler soğuk, ayaklar çıplak ve başlar örtülü dinliyoruz rehperi.
Girince şaşırıyorum. 

Bütün kolonlarda Davud’un 6 köşeli yıldızı... Tavanda bile... Rehper 6 köşeli yıldızın Kral Süleyman’ın mühürü olduğunu anlatıyor. Tüm uygarlıklarda olduğu gibi Osmanlılarda da pek hatırı sayılır bir sembol. Yahudi kültüründe, Süleyman tarafından takılan sihirli bir mühür yüzüğünden bahsedilir. Kral Süleyman bu yüzükle cinleri ve hayvanları kontrol etmiştir. Yahudi kültüründe yine aynı şekilde Kral Davud'un kullandığı ve onu düşmanlarından koruyan sihirli bir kalkandan sözedilir. Bu cizimlerde mekanı koruması için resmedilmiş. Burası kiliseden cami olmuş bir ibadethane. Cuma namazlari dolu diyor oraya bakan amca. Amcamız aydın, bol lisan bile, boks, güreş, gibi sporlar yapmış, cemaatin gençleri tarafindan sevilen bir büyük. Sanırsam devletin atadığı imamdan daha bilgili. Yavasça kalkıp sessizce mekanı terk ediyoruz. Geriye dönüp tekrar 6 köşeli yıldıza bakıyorum ve düşünmeden edemiyorum; buraya 5 vakit namaz kılmaya gelen onca dindaş bu mühre bakıp acaba ne düşünüyordur diye... Mekanı mührün koruduğuna mı, Israel devletinin sembolu olduğuna mı?

Bu semt 1600’lü yıllardan itibaren Fener patrikhanesinin buraya taşınması sebebiyle Rum Ortadoks cemaatinin dini merkezi olmuş. Dolayısiyle o döenmde inşa edilen muhteşem binalara bugün rastlıyor olmamak ya da bu güne kadar gelebilenleri doğru koruyamamak gerçekten çok üzücü.

Sırada haliç kıyısına paralel Aya Nikola kilisesi var. Bildiğiniz Noel baba yani. Demreli Aya Nikola.

Kapıyı Loka adlı Hatay’dan göçme arap kökenli bir hanım açıyor. Buraya onlar bakıyorlar. Şaşırtıcı olan koca giris kapısının üstündeki gemi şeklindeki avize.  Denizcilerin ve fahişelerin bile destekcisi olan bu yüce gönüllü din adamı dönemin sevilen birisi.
 

Mum yakıyorum, 1TL.. Karşılığında sağlık, bolluk, bereket ve hayırlı olacaksa olsun dediğim tüm isteklerimin adına kuma saplayıp kiliseden giriyorum.


Yol üstünde bir araba lastikçisi görüyoruz. Pek büyük, pek gösterişli ve tam yanında ufacık bir dükkan piyano tamircisi. Bu iki görselin yanyana sergilediği görüntü semtin ne kadar çirkinleştirildiğinin acısını hissettiriyor.



Yolda közde kahve molası… Hem dinlediklerimizi sindirmeye hemde az soluklanmaya yarıyor. Kan şekeri düşenler lokum yerken benim gibi rejim takılanlar kayısı ve ceviz lüplüyor. 15kişinin her birinin ayrı tadda sipariş verdiği kahveyede garsonun sakinlikle yaklaşması takdirlikti.










Cıkışta yol üsünte ünlü İntikam dizisinde Hakan’ın evi olarak bildiğimiz gerçekte Cahide Erel’in sanat stüdyosu olan binanın önünden yürüyerek turumuza devam ediyoruz. 















Maraşlı Rum bir aile tarafından yapıldığı için Maraş İlkokulu olarak kullanılan bina şu an kaderine terkedilmiş biçimde yeni sahiplerini bekliyor.




Artık Fener bölgesine geçtik. Bu bölgenin bir zamanlar ne kadar zengin olduğunu sokaklarında gezerken hayal etmeniz çok zor. Büyük köşklerin, ihtişamlı binaların artık çoğu yok ya da karanlık bir şekilde yıkılmayı bekler vaziyette. Unesco’nun burayı koruma altına almış olması her şeye rağmen umut verici.


Haliç kıyısındaki bu özel nokta adını Fanarion'dan alıyor. Yani burada bir deniz feneri varmış. Şehire girildiği yerde de Fener kapısı. Bu bölge yahudilerle beraber rumların ağırlıklı yerleşim yeri olduğundan patrikhanenin burada olması tesadüf olmamış tabii. Yolda geçtimiz sokağın ismi kırkambar sokağı, sokağa adını veren birde çim ve tohum ambarı var. Unların şehir içine alındığı kapının da UNkapanı olduğunu hatırlatınca gülümsüyoruz. Yaşıyoruz bilmiyoruz diye de azıcık utanıyorum.

Rehper yokuşun başında vurucu soruyu soruyor; Yokuştan öncemi öğlen yemeği yoksa sonramı? Grup uyumlu… herkes sonrada karar kılıyor. Belli ki dolu mideyle yokuş yukarı zorlayacak herkesi. Adım adım tırmanıyoruz tar, arnavut kaldırılı sokakları. Etrafın döküntü gecekondu görüntüsü yerine dönemin ihtişamını hayal ederek. Sokak denince kediler, duvar yazıları, koşuşturan çocuklarla karşılaşmadan olmaz tabii ki. Yerleşmiş halk Suriye göçmeni ağırlıkta. Yüzlerin, bakışların farkı hemen göze batıyor. Tırmandıkça karşımıza bir manzara çıkacağı belliydi ama tepe noktada böylesine görkemli bir manzara beklemediğimden çok şaşırıyorum. Galata kulesinin tam öte tarafındayız. Bizi karşılayan kırmızı kiremit yapının muhteşemlği yokuştan dolayı atan kalplerimizin taa içine yerleşirken ağzımızdan kocaman bir “ Woww” sesi yükseliyor.





       


Burası Fener Rum Lisesi. Bir okul. 53 öğrencisiyle yaşayan bir okul. Muhteşem mimarisiyle 1881’de yaptırılmış. Okulun tek amacı var, Osmanlı toprakları üzerinde bulunanRum gençlerinin eğitilmesi.okulun mezunlarıda öğretmen, çevirmen, devlet makamında yüksek makamlarda çalışmaktaydı. Öğretmenler Yünanistan’dan geliyor ve Rumca eğitim veriliyor. Temel dersler için Milli Eğitim hem kitap, hem de öğretmen atıyor. Okulun mimarisyle dilimiz tutulmuş binadan içeri giriyoruz. Tertemiz, Ve uzun zamandır adını duyup hiç gitmediğim yüksek tavanlar, yerler mozaik, eski tahta okul sıraları, ve gene muhteşem manzaraya karşı kendi inançlarına gore eğitim. Gönül ister ki 53ten daha fazlası okusun bu okulda ama sayıları her geçen gün azalan cemat için ancak bu kadar öğrenci bulunabilmiş. Okul Lozan Antlaşması gereği başka dinden öğrenci kabul etmediği gibi Ortodoks sayılan Süryaniler bile okuyamıyor.

Grup fotografı için en uygun nokta diye düşünüldüğünden amatör bir fotografçının Canon makinasıyla okulun bir görevlisi çekimi yapıyor. Tabii ki sayısız öz çekimleri ve sosyal medya paylaşım sayısını bulmak mümkün değil. Yaşıyoruz ve anında paylaşıyoruz.

Muhteşem manzaraya sırtımızı verip yavaşça iniyoruz aşağılara, sahile. Hepimizin aklı yemekte. Karınlar zil çalıyor. Dar sokaklardan inerken demir bir kapının önünde kalıyorum. Hafifçe meraklı burnumu dayıyorum cama. Biriyle göz göze geliyoruz. Kapıyı açıyor. Manzara muhteşem, kapı girişinde demir bir zırh, içerisi aletlerle dolu bir atölye. Sahibi kocaman bir adam, Muraf Efe.  İç mimar Murat Efe'nin 22 yıl boyunca tasarım ve animasyon yaptığı işini bırakıp açtığı “Prop House”da, dizilere, sinema filmlerine ve tiyatro oyunlarına kostümler tasarlanıyor. Mekanın enerjisi tarifsiz. Bayılıyorum ve kendisini tebrik ediyorum, nefis işleri için. Elimi tutuyor ve kibarca dudaklarına götürüp öpüyor. Teşekkür ediyor. Kartını veriyor. Şaşkın bakışlarla ve bazen kaybolmalı insane sözlerii yineleyerek çıkıyorum, arkadaşım beni arıyor… herzaman ki gibi geride kaldım…

Agora meyhanesinde yemeği hayal etmiştik tura başlarken ama vakit yetmez, çok beklersiniz deyince rehperin seçtiği hoş bir mekanda soluklanıyoruz. Vodina adlı restaurant gayet hoş ahşap bir bina, hem yemek hem serge alanı. Vodina Cafe Türkiye Soroptimist Kulüpler Federasyonu tarafından kurulmuş - Soroptimist ne mi? valla bende aynı soruyu sordum kapıda görünce. Koşulsuz yardım eden kız kardeş anlamına geliyormuş - Kısaca Balat Kültür Evi de deniyormuş Kadınlar tarafından işletilen, çocuklara ders verilen, okul sonrası eğitim ve hobi destekleri verilen bir yer. Ekonomik özgürlüğü olmayan kadınlara meslek kazandırıyor üstelik geçim kaynağı olarak yardımcı da oluyor. Güneş alan açık hava alanıda mevcut ama hava biraz serin diyerek burayı bahara saklıyoruz.Kapıda  ev yapımı reçellerin yanısıra sergiler de oluyor, yani bir girdiniz mi vaktin nasıl geçtiğini anlamayacağınız bir yer burası.  Bir an bebeklerimin sergisini burada da açsammı diye düşünmeden edemiyorum. Rejimi unutmadan önce bir su içip üstüne yarım ezogelin çorba ve sarma etli dolma sipariş ediyorum. Mantısı muhteşemmiş ama bedenden çıkması öyle uzun sürer ki hemen çekilen çileler hatırlanıp etli sarmadan vazgeçilmiyor. Yemekte rehperle sohpet etme şnsımız oluyor. Oldukça bilgili , şehrin tüm mozaik yapısını bizzat yaşamış, farklı kültürlerle içi içe kalmış. Çocukluğuna dair bir anısı yüzümüzü güldürüyor. Annesi bayram kızım kalk giyin dermiş, o da giynirmiş. Kısa bir zaman sonra gene aynı replik. Bir kaç hafta sonra gene süslü elbise. Bunca bayram ne gibi bakıyoruz suratına. Tabii ki hem Mülüman, hem Rum, hem Ermeni, hem Yahudilerin olduğu zengin bir mahallede yaşayınca sonuç her gün bayram kutlaması.
Yemeklerin yenilip karınlar doyunca tura ve yollara devam. Arada hemen telefon şarj edilip, Murat Efe googlandı ve facebooktan arkadaşlık teklif ediliğini atlamayayım.

Yemekten sonra ilk durak patrikhane. İstanbul Rum Patrikliği dünya üzerindeki 300milyon inananıyla Ortodoksürüp Hıristiyan Kilisesine manevi önderlik eder.  Kurulduğu yer itibarişyle Fener diye anılması belki de sadece bölgeden değil ışık saçtığı içinde olabilir mi? Günümüz patriği Bartholomeos 1940 Gökçeada doğumlu. 1991 yılında Türk vatandaşı olarak bu göreve getirilmiş. Kilisenin içi oldukça gösterişli. Tütsü kokusu içimizde derin hisler uyandırıyor. Içimden gene hayırlı dualar çıktığını hissediyorum. Kilisenin içinde Kudüs’te çarmıha gerilen Isa peygamberin haçcının asıldığı direk var. çengelin takıldığı iz hala yerinde. Istemden düşünüyor insane inanmanın ne kadar kutsal bir adım olduğuna; bedenden öte, ruhsal bir yükselme olduğuna. Çarmıh zaten o dönemin idam şekli İsa Peygamber’e özel uygulanmadı tabii  ama gösterdiği yoğun çaba onun inancını bugünlere taşıdı.  
           

                                  


                                 





Kanlı meryem kilisesi, Bulgar Kilisesi diye bilinen yapı, kadın eserleri kütüphanesi yol üstü diğer duraklarıydı. Nihayet Balat bölgesine giriyoruz. Bölgeler arası geçişler net değil oysa Rum mahallesi bitmiş, Yahudi bölgesine öylesine dalıvermiştik. Semtin adı Rumca “Palation; Saray” kelimesinden bozulmuş.. Bizans döneminin Blakhernia sarayının bu bölgede olmasından almış adını. Haliç surlarının bir kapısı olan Balat kapısı bu saraya açılmaktaymış. Saraydan eser yok tabii ki. Yol boyunca iki üç katlı cumbalı evler görüyoruz. Zenginlik böyle işte. O dönem Yahudilerden oluşan semtte birçok yahudinin Rumca konuştuğu bilinirdi. Birden babaannemi hatırlıyorum bir balatlı olarak harika rumca bilirdi. Istanbulu’un fethinden sonra bölgeye Makedonya’nın Kasturya kenntinden bir çok yahudi halk yerleştirilmiş. 1492 İspanyadan göç edenlerde eklenince semting genel nifusunu yahudiler oluşturmuş. Bu bölgede başka sinagoglarda var. rehper yol boyunca göreceğimii söylüyor. Zamanla Müslüman halk buraya yerleşince bir çok bina ekleniyor kültür moziğine. Feruh Kethuda camii, Molla Aşkı Mescidi, Çarşı hamamı, Tahta Minare camii bunlardan bazıları. Balat 17.yy önemli bir yerleşim yeri iken 1894 depreminden sonra halk kuzguncuk, Hasköy, Ortaköy, Galata ve Pera gibi yerleşim yerlerini mesken edinmişler. 1942’de İkinci Dünya savaşı döneminde çıkarılan “ Varlık vergisi” sebebiyle ve arkasından 1948’dwe İsrael devletinin kurulmasıyla Balat’taki yahudi nüfusu cidi kan kaybetmiştir.  Çifit çarşısında yürürken sağlı sollu artık unuttuğumuz tür dikkanları görmek turumuza keyif katarken bir taraftanda ne zaman bu kadar devleştik sadece alışveriş merkezleri haline geldik, sokakta esnaftan almayı unuttuk diyede sorguluyorum. Hatır soran dükkan çalışanları, başın sıkıştığını hemen anlayan komşu dükkandan duygusuz, maddiyat odaklı AVM kültürüne geçişi daha güzel nasıl farkedebilirdim bilemedim. Yoldaki
Hepsi Hikaye adlı dükkan sanki içimdeki sorulara cevap oldu.


















Rehper yol ayrımında duruyor. Demir bir kapı, gri. Iki dükkan arası öylesine. Burası Yanbol Sinagogu diyor.

 Belli ki kullanılmıyor. Restore edilmiş ama kapalı. Içine giremiyoruz. Biraz üzülüyorum, nedenlerini sorgularcasına….Bu sinagog Bulgaristan’ın Yanbol kasabasından göç eden Sefaradların Bizans döneminde  kurduğu bir mekan. Binanın üst örtüsü ahşap tonozlu ve buradaki süsleme18.yy kalma olup İstanbul’un en eski tarihli Sinagog süslemesidir.Ehal sedef kakmaymış. Kadınlar bölümü L biçimliymiş. Ama tüm bunları göremedik…



Tam arkamızda meşhur Agora meyhanesi. Yolun az gerisinde çakması da var kanmayın. Içeri giriyoruz. 







Pek hoş bir mekan, 1890’da bir Rum olan kaptan Asteri Balatta bir meyhane açar. Meyhanesinede Rumca meydan adı verilen Agora ismini koyar. Agora Meyhanesi’nin yeni hali, mekânın 100 yılı aşkın geçmişine sadık kalınarak ama bir yandan da dev nostalji rüzgarlarına kapılmadan tasarlanmış. Müzeyyen Senar ve Zeki Müren gibi seslerden duydu çoğumuz Agora Meyhanesi’nin ismini. İsmet Nedim Saatçi’nin, eşinin şiir defterinden kendisi için bestelemesini istediği şiirle hayat bulmuş bu eser. İç titreten sözlerin şairiyse İzmirli Onur Şenli. Şiir, Balat’ın meşhur Agora Meyhanesi namına yazılmış gibi gelse de rivayete göre Şenli bu dizeleri aşkının acısından uzaklaşmak için gidip kendini alkole verdiği İzmir’in Agora meyhaneleri semtinde yazmış. Öyle ya da böyle; Balat’ın Agora Meyhane’siyle özdeşleşmiş bir kez bu sözler. Şiiri okumak isteyenlere… http://www.antoloji.com/agora-meyhanesi-siiri/
İşte şimdi bu efsane ismin kapısını aralama şansına biz de sahibiz.

Nostalji, rakı, şarap içmeden bizi o günlere götürdüğünden sarhoşuz.
 Düşünce sarhoşuyuz ve yola devam. 

Rehper gene bir kaldımda sıralıyor bizi. Karşımızda kahverengi demir kapı. Beşyüzyıllık Ahrida Sinagogu diyor. Gene kapı kapılar ardında. Içeri girmek özel izne tabii. Içim sızlıyor bu sefer bir öncekinden fazla. Hep kapalı kaldık zarar görmemek için. Hep kendimizi aşırı korumak zorundayız. Neden diye sorup durdum… açık olduğumuz zaman bahçelerinde koşulan mekanlar demir kapılara kimler tarafından mecbur edildi. Her kilise, camii huzurla girilip çıkılırken neden sinagoglardan giremiyoruz diye de sormak zorunda kaldım cevabını bilmeme rağmen… 
15. yüzyılın başlarında yapılan ve adını, kurucularının İstanbul'a göçettikleri bugün Makedonya Cumhuriyeti’nde yeralanOhri kentinden alan sinagog, bugün de İstanbul'daki en geniş kapasiteli sinagogdur. 
Romanyotlar tarafından kurulan bu sinagog, Romanyotlar Sefaradların altında asimile olmalarıyla zamanla Sefarad sinagogu haline gelmiştir. Tuğla ve yığma taştan inşa edilmiştir. Sinagogun tevası (dua kürsüsü) bir gemi pruvasını andırır. Bu noktada Aya Nikola Kilisesindeki avizeyi hatırlamak yüzüme bir gülümseme getiriyor. Herşey ortak, gereksiz ayrılıklar…
 Ahrida Sinagogu Anıtlar Yüksek Kurulu'nun 16 Eylül 1987 tarihli kararı ile koruma altına alınmıştır.




Son durak ve gerçekten oldukça yorgunuz. Ama karşımıza çıkan kilise içindeki ayazmasıyla bizi hayretleri içine düşürüyor. rehper dalga geçer gibi tam AVM yapılacak arazi diyor.Gülüyoruz. Ayazmanın suyu kilisenin içindeki musluklara bağlanmış.Kutsal su diye içiyoruz. yüzümüzü yıkıyoruz. bol bol kutsanıyoruz. yetmedi şişlere doldurup ev haline taşıyoruz.




 Ve ana caddeye varıyoruz. Haliç karşımızda.  Buralardan hep geçip hiç bakmadığımı farkettiren bir bilinçle bitiriyoruz turumuzu.
Bu turdan sonra aklıma yazdım, etrafımızda olan bitenleri görebilmek için  yavaşlamak gerek.

Güzel şehrim, iyi ki varsın ve bende senin bir parçanım.


CTC Kültür , rehperimiz Nigün Kirman'a, TSAG ekibine ve beni bu muhteşem güne dahil ede arkadaşıma sonsuz teşekkürler... 
Not: Hemen bir sonraki tur planlandı.

27 Ocak 2015 Salı

SON"SUZ" KULLANMA TARİHİ


   



 Senenin ilk ayının sonuna yaklaşmışken, geçmişten gelen süresi dolmuşları bakıp ayıklamak zamanı gelmiş galiba. Tesedüflere inanmam ben ve eğer bir şey oluyorsa sizin dikkatinizi çeksin diye, gözünüze sokulsun diye oluyordur fikrindeyim. Belki hem fikir olmaya bilirsiniz ama ipuçlarını takip ederseniz görebileceğinizi düşünüyorum. Sonuçta hepimizin içinde bir ajan kimliği vardır. Düşün bakalım iz peşine.
Ben düştüm kendiminkine ve bir sürece girdiğimi fark ettim. İkili ilişkiler süreci. Eteklerimdeki taşların düşme zamanı Vol 1. Bakalım bu süreç bana ne anlatıyor?

Her ürünün olduğu gibi, her sürecin de bir son kullanma tarihi vardır bence.
Düşünün, markete girdiniz, bir ürün aldınız. Bazen içindekilere bakarız hani zararlı bir şeyler var mı içinde diye ama çokça hatta genelde  son kullanma tarihine illa ki bakılır. Bu istemsiz hareketin sebebi  o ürünü zamanında tüketip tüketemeyeceğimizi öğrenmenin yanı sıra tüketemezsek bünyemize gelebilecek zararlardan kendimizi koruma ic güdüsü olabilir.

Bazı alınanların kısa kullanım süresi olması tercihimizdir. Bunun sebebi yeterli saklama alanı olmamasından olabilir. Ani sevgi patlaması da olabilir.

Alırız, ihtiyacımızı giderir ve son kullanma tarihine bile ulaşmadan bitirmişisizdir.

Ancak bazılarının süreleri oldukça uzundur. Seninle seyahate giderler, ona dokunmanı beklerler, mutluluk verirler, zor anlarına çare olurlar, üzgün olunca seni avuturlar,düşüşe geçtiğinde yükseltirler, mutlu olunca yanında olmaktan keyif alırlar. Ama ne çare ki onların bile bir son kullanma tarihleri vardır.
Bazılarına sarılmak mümkündür. Sıcacıktırlar. Sizi sonsuz mutlu kılarlar. O kategorinin son kullanma tarihi yoktur. Sen istedikçe yanında kalırlar. Renkleri solabilir, popülerliğini kaybedebilir, sen istersen gözden uzağa yerleştirlebilir, belki de vaz gecince gidebilir ama izleri hep kalır.

Bazıları yapışıp kalır hayatınıza, atmanın gününü sayarsınız. Kontrol ederken buluruz kendimizi günü geldimi diye? Atamayız, utanırız, sıkılırız, vicdan yaparız belki de içten içe vakti dolmadı diye. Geri koyar o günün gelmesini dileriz..

Ama öyle bir ürün var ki, alırız ve kullandıkça, son kullanma tarihi kendiliğnden yeniler. Her baktiginda daha cok bağlanırsın ona ve korkarsın acaba bir gün son kullanma tarihi gelir mi diye? Korkudan onu ortaya cıkarmazsın, sanki gün yüzüne cıkmazsa tükenmeyecektir. Oysa içten içe bilirsin kendini hep yenilediğini de yenilirsin korkularına.


Ve birden fark ederiz ki; dostlukların da, sevgilerin de bir son kullanma tarihi olduğu gerçeği buz gibi çarpıyor yüreğimize. Ruh sızlar. İnsanın elinin altındaki kelimeler de yetersiz kalır…Bir son gidiş, inci inci gözyaşları gibi… Oysa dostlukların ve sevdaların ruhunuzun tam içinde, derinliklerinde saklı olduğunu ve hep orada kalacağını umuyordunuz siz. Anlam kaybolur. Acıyla büyür ruhumuz kaybedilmiş dostluklar ve sevdalar limanında. 

Bir umutla, sil baştan yaşamak isteriz hayatı. Dostların ve sevdaların bir son kullanma tarihi olduğunu bilen yürek, bilir ki sizin de başkaları için bir son kullanma tarihiniz vardır.

Gözler başka ufuklara çevrilmiş, sözler başka diyarlarda uçuşur olmuşsa, kalpler başka başka ilgilere yönelmişse elbet dostlukların da, sevdaların da son kullanma tarihi gelmiştir.
Ve gelmelidir de. Dostluklar ve sevdalar zorlamaya gelmez. Bir dost dostluğundan, bir sevgili sevgisinden uzaklaşıyorsa, ona söyleyebileceğiniz tek şey vardır: Sen bilirsin. 

Her gidiş gibi bu ayrılık da canımızı yakar. Ama tarih gelmiştir. Saat çalar ve siz ayrı bir boyutta uyanırsınız artık. Ayrılık için konuşulmasına da gerek yoktur. Adının konulmasına da. Olan olmuştur, yola devam. Belki başka anlarda tekrar çarpışırız, kimbilir ki?

Işte böyledir hayat. Bitti dediğinde başlar. Benim dediğinde kaybetmişsindir.
Boşverin bağlanmayın kişilere, ürünlere, süreçlere, acılara, mekanlara.
Akıp, coşumak, sevip, AŞK olmak lazım.
Kimbilir belki böyle yaşama cesareti gösterirsek  herseyin SON"SUZ" kullanma süresi olur.



22 Aralık 2014 Pazartesi

12 AYDAN EVREKA ANLARI

     
Her sene bir yeni yıl yazısı yazıyoru.
Aslında size değil kendime bu yazılar ama paylaşınca artan tek şey sevgiymiş ya yazılarımda paylaşılınca çok mutlu oluyorum. Onun için kimin yüreğine düşerse, ne mutlu bana.
Her sene bir geriye dönüşle, biten yılın muhasebesini yaparım. Bu sene farklı olsun sadece evreka anlarımı yazmaya karar verdim.
Evreka, hepinizin bildiği gibi ünlü mucit Arşimed’in banyo yaparken suyun kaldırma gücünü aniden bulmasının ardından ‘Evreka’ (Buldum) diye çıplak vaziyette dışarı fırlamasına atfen, bilim adamlarının ‘Evreka anı’ diye tanımladıkları durum. Psikolog John Kounios şunu ifade ediyor: “Çevrenizle alâkalı daha az farkındalıklı olduğunuzda, daha çok içsel düşüncelere karşı farkındalıklı olursunuz.” Bu evreka anları genelde zihnimizin berrak ve rahat olduğu zamanlardır. Beklenmedik anlardır ve sonuç her zaman önemlidir.
Evreka; bildiğiniz ama söyleyemediğiniz bir çok buluşun hayata geçişidir...
Evreka; umutların bittiği anda bir ışıktır...
Evreka; bazen büyük bir çığlıktır umulmadık anlarda...
Evreka; şefin spesyalidir....
Evreka; kulağa hoş gelen güzel bir tınıdır
Evreka; kendine özgüdür...
ve Evreka; bir ağacın gölgesinde düşlere dalmanın verdiği güven ve özgürlüktür...
Başladım bende 2014 içindeki 12 aydan evreka anlarımı listelemeye.
İlk yakaladığım Ocak ayında. Hiç yapamam dediğim, asla deyip bitirdiğim geçmişten gelen bir eli tutmak oldu. Hesapsızca yapılmış, akışa bırakılmış, neden-sonuç ilişkisi kurulmadan yürüme kararı alınmış bir Cumartesi sabahı kahvesi. Evreka anı: Geçmiş tehlikeli olduğu kadar tekrarlara açıktır.
Sonra hiç yapamam dediğim, nasıl olacak, nasıl başlayacak dediğim soğuk ama içimde sımsıcak bir Şubat yakaladım. Hiç tahmin etmediğim bir anda hayal gibi hayatıma hatta zihnime sıvışan bu dengesiz kimlikle bütünleştiğim bir Şubat. O andan sonra bütün evrekalar değişti, hatta hepsinin temelide belki o olacak. Evreka anı: Hayatı yönetemiyorsun, planlayamıyorsun, ön göremiyorsun ama andayken bunlara ihtiyacın olmuyor zaten.

Mart ayında oy verdik. Yeni umutlar, yeni beklentiler, belki değişiklikler olacaktı. Çalanlar çırpanlar, insanlara nefret tohumları ekenler, ötekileştirenler oy kaybedecek ve bizler aydın cumhuriyet çocukları hızla yükselecektik. Daha gezi aklımızda tap tazeydi. Başka ne olabilirdi ki… Evreka anı: Hiçbirşey en üst ivmeye ulaşmadan düşüş yaşamaz ve en üst noktaya vardığını zaman gösterir. Bize sabır ve daha çok çalışmak düşer.

Öyle bir Nisan, öyle bir evreka neredeyse 6 senedir hayatımda yoktu. Koca bir beden sessizce, arkasında bir dolu gözü yaşlı dost ile terk etti bu evreni. Dejavu denilen şey neyse ben dibine kadar onu yaşadım. Gözü yaşlı eşin damlaları sanki benim göz yaşlarımdı. O çocuğun hüzünlü yüzü sanki benim evlatlarımınkiydi. Yüreği yaralı asla tamir olmayacak ana baba sanki benimkilerdi. Evreka anı: Sarıl sevdiklerine ve her daim kaliteli yaşa. Hem tekrarı yok hem aileden başka değerli bir şey yok.
Bir teog geldi geçti Mayıs ayının ılık rüzgarlarında hayatımızdan. Öyle bir geçiş ki zihnimin her noktasında ayrı bir fırtına estirdi. Önce ülkemin gayrı müslimlere yaptığı ayrıcalıkla karşı karşıya kalmanın şoku. Sonra insanların kendi davalarını bile savunmaktan aciz halleri. Derken sınava hazırlanan bir çocuğun 100 soru karşılığı hayatının dönüm noktasının belirlendiği eğitim sistemi. Iyi yapanla yapmayanın ayırt edilebilmesinin torpil gibi birşeylere bağlı olabileceğini, koskoca bir milli eğitim sisteminin yanlış soru ile çocukların hayatlarıyla oynayabildiğini yaşadım. Evreka anı: Not dediğin şey sadece kağıt üzerindedir. Sen farklı olmayı öğret çocuklarına. Araştırmayı, her sistemin doğru olmayabileceğini sorgulamayı, en çokta  koru körüne inanmamayı… ne dedik: Be Bold or Italic, never Regular.
Havalar ısındıkça insanın içi kıpır kıpır oluyor. Bu haziran da  ben gururlu anneliği yaşadım. Büyük zorluklarla 2 kiloluk doğan oğluşlarımı 8. sınıftan mezun ettim. Ne çabalar, ne tartışmalar, ne kararlarla dolu 8 koca seneyi geride bırakmanın haklı gururunu yaşadık hep birlikte. Biz üç kişide iyi bir aileyiz sözünü o gün tüm aile bireyleriyle yaşamanın heyecanı unutulmazdı. Evreka anı: Saçını süpürge etmeden insan evlatlarına güzel bir gelecek verebilir. Bunun içi sadece madiyatla dolarsa, haksız kazanılmışlıklar, içi empati ve olumlu hırsla dolduğunda, dolu dizgin koşan bir ergeniniz olur.




Temmuzun kavurucu sıcaklarının tam ortasında Tzuk Eitan- hayatımıza, kalbimize ve beynimize
bomba gibi düştü. Canlar gitti, topraklar kan oldu. Koca dünya için minicik bir kara parçasında yürekler acı doldu, analar feryad etti. Herkes kendine çekti, herkes kendine gore yorumladı. Her yorum düşünmeden yapıldı, her yorum yapan lanetledi, her yorum bir tarafı haklı göstermek için çabaladı. Ne olursa olsun içinde bulunduğumuz coğrafyayı kirletti, nefretle doldurdu ve toplumun bir rengini ötekileştirdi. Hayatımda dost bildiğim insanların o sözleri o kadar kolay yazabilmelerine şaşırırken, sadece ırkından dolayı bambaşka bir ülkede olanlardan sorumlu tutulmanın acısını bütün kalbimle yaşadım. Antisemitizm denilen olgunun ülkemde buram buram koktuğuna şahit oldum. Yaş, cinsiyet ve eğitim seviyesi gözetmeksizin. Evreka anı: Dünyadaki sınırları insanlar koyar, insanlar bozar. Bilmediğini önce bilmeye çalışıp sonra da anlamaya çalışmak lazım. Bir toprakta barış bütün dünyadakine bedeldir.

Tatil rehaveti, Ağustos sıcakları. Kimse rahatını bozmazken, şezlonglarından kalkıp şehire varamazken, oy kullanmayı üşengeçlik olarak görürken,  ülkemin sadece 50%ni seven bir adam demoratik bir seçimle, Cumhuriyetin 91.yılında 19.Cumhurbaşkanı seçildi. Adına törenlerde dua okuduğumuz bu kişi acaba benim Cumhurbaşkanım olabilir mi? Evreka Anı: Demokrasi çoktandır “halkı kandırma rejimi” oldu! Egemenlik bir kişinin elinde ise ve bu kişinin güç ve  yetkileri sınırsız ise böyle bir siyasi yönetim MUTLAK MONARŞİdir. Gitmeli mi? Kalmalı mı?
Eylül'de gel derler bende öyle yaptım. Topladım ruhumu ve bedenimi çıktım bir YOL’a. Hedef ilüzyonu aşmaktır dedim ve baltalar elimde girdim ormana. Ruh parçam diyen o hayalperest adamın YOL’una ekledim kendimi. Her darbeyi kendime çaktım, bazıları sert, bazıları nazik. Her darbe  bir yandan acıtırken diğer yanımdaki kabuğumu sıyırdı. Kurumuş kabuklar bir bir döküldü ve altından 8 hafta sonra rengarenk bir ham taş çıktı. Sıra ham taşı küp taşa çevirmede. Evraka anı: Tesadüf yoktur, hayatıma eklenen yeni yürekler hoşgeldiniz YOLuma. İnanırsan yapabilirsin.
Ekim,  2014 için hayatımdaki en önemli aydı. 2 senedir bir hayale inandım. 13 senedir bir hayali kovaladım. Sene 99 ben ve Alp Amerikaya gittiğimizde yaşadığımız eşşiz tatilimizi bir gün çocuğumuz olursa onunlada yaşayalım diyerek sonlandırmıştık. O tatilden 5 ay sonra hamile kalmış tek derken çift doğurmuştum. Hastanade gözümü açtığımda ilk sözüm Alp’e çok para biriktirmemiz lazım çünkü bir değil iki çocuk götürmeliyiz Disneyland’a oldu. Ben onsuz bu hayali yerine getirmek için çok çabaladım.
Kendime inandım, gücüme güvendim ve diledim. Inanınca yapabilmenin gururunu yaşadım. Bir de hayalimin içine can dostlarda eklenince tadına doyulamaz bir tatil oldu. 
Tabii ki nerede çokluk orda zorluk yaşadık ama hafızalardan silinemeyecek bir finalle geri döndük uzaklardan. Çantalar alışverişlerle doluyken zihinlerde unutulmayacak anılarla doldu. Biraz buruk, çokça keyif. Evreka anı: Hiç birşey sonsuz değildir. Herşeyin son kullanma tarihi vardır. Tek sonsuz SEVGİdir.

Kasım, beni  her zaman buruk duygularla karşılar. Aralığa hazırlar beni. Senenin sonunun geldiğini
 muhasebe zamanını hatırlatır. Acıları kabuğun altından sızlatır, göz yaşları karanlık gecelere karışır. Daha çok yazarım, daha derinden yaşarım ama beni bu ruh halinden çıkaran bir etkinlik can simidi olur her sene bana. Eksiksiz katıldığım bir macera bu. Her sene bir motoları vardır. Bu sene ki “Hayat ONca bilginin eseridir,” Biraz hayattan, biraz felsefeden, az da olsa politikadan ama çokça ruhuma dokunan konulardan seçtim özenle. Jozef Tarı’dan  Tanrı parçacığı, Noa Baum’dan  A land twice promised,  Bentley James Yaffe’den  Geziden sonra kısıtlamalar, Murat Yetkin’den  2015 Türkiye’yi nasıl bir tablo bekliyor, Hedy Schleifer’den Bağlantı mucizesi. Her bir konuşma beni biraz daha aydınlattı ve bir adım daha ileriye taşıdı. Günün sonunda belki çok yorgundum ama oldukça mutluydum. Evreka anı: Seçimlerle yaşarsın, acı istediğin kadar, keyif almakta.


Ve Aralık, sene sonu… Yapılması gerekenler için son 31 gün. Hediye alıp vermenin keyfi. Aile partileri, dostlarla yemekler, piyango heyecanı bir tarafta, diğer tarafta  da acaba muhasebe tuttumu?, seneden dilediklerimle yaptıklarım denk mi?, kimleri ekledim, kimler çıktı, neden?, yeterince iyi oldu mu?, kimseyi kırdım mı? kırıldım mı?, büyüyüp olgunlaştım mı? gibi bir çok duyguyu yaşatan muhteşem ay… Hemen geçen seneye dönüp bakıveriyor insan… 2013’ü kapatırken kendime verdiğim sözler vardı. Daha fazla yazabilmek, daha fazla dinlemek, anlaşılmak, sarılmak, yolculuk, yol ayrımları, zengin ve derin sohpetler, yeni yerler, yeni insanlar, yeni bakış açıları, daha fazla ailemle vakit geçirmek, oğlanları daraltmadan olanla yetinmek, olmayanın sorumluluğunun bende olmadığını anlamak, bedensizlerin dünyasındaki ağırlığı azaltmak, zihnimle dost olmak ve yeniden “hala” olmak, kontrolsüz olabilmek ve kalbime inanmak istediğimi yazmışım. Nefis bir başarıyla neredeyse 99% yapılmış. Bravo bana ki azimle hedefe yürümüşüm. Evreka anı: Demek ki herşey sende bitiyor!

Gelelim 2015 için dilekler bölümüne;
 Başlangıçlar herkes için en hayati konular,  öyleyse yeteneklerimi cesur şekilde ortaya koymak için cesaret istiyorum. 
Eski olanla yüzleşip yenilenmek, kullandığım teknikleri yenilemek, bugüne kadar bilip inandıklarımın değişmesini diliyorum. 
Uzun süredir sıkı sıkıya bağlı kaldığım ilkelerin ve prensiplerin yerini, yenilerine bırakacağını yada başka bir deyişle yeni bir döneme adım atacak şekilde  radikal yaklaşımlar ve ciddi yenilenmelerle yeni çevrelere ve yeni insanlara gidebilmeyi diliyorum. 
YOL almaya başladığıma göre kararlı olmaya ve aldığım kararların arkasında durmaya hazır olmayı diliyorum.
Aşk ve özel ilişkilerde, geçmiş deneyimlerimin etkisinden kurtulup yeni denizlere yelken açabilmeyi, özellikle ruhuma ve yüreğimin sesine kulak verebilmeyi diliyorum. Ve biliyorum ki  ben yolumda yürümeye devam ederken, bana eşlik etmek isteyen herkesi yanımda görmekten keyif alacağım.
Gitmeyi arzuladığım bir yere gitmek, okumayı arzuladığım bir çok kitabı ruhuma eklemek istiyorum.
Birilerinin ruhuna dokunmak, ruhuma dokunacak birinin gözlerine bakmak istiyorum.
Bu sene 2. kitabımı ellerinize vermek istiyorum. Üç Nokta ile hayatınıza eklenmeyi diliyorum.
Canımın içi oğlanlarımla harika bir tatil, sevgili ailemle daha çok zaman…

 2015 hepimiz için harika bir yıl olacak, şimdiden söylüyorum.
Bu senenin motosu: İNANIRSAN YAPABİLİRSİN.
Sana inanıyorum 2015, hoş geldin!

Sizler için de  kendinize yeni sene de daha çok inanbilmenizi diliyorum, çünkü inanırsanız yapabilirsiniz.

10 Kasım 2014 Pazartesi

Ve PERDE...



Klişe cümlelerden biridir, "Hayat bir tiyatro oyunu, sende rolünü oynayan bir oyuncusun,".
Tabii ki hayat için tam olarak oyundur denemez ama anlam yüklemek adına kayda değer bir benzetmedir diyebiliriz.  En azından istemediğimiz durumlara katlanabilmek ve sorunlara isyan etmek yerine mücadele etme telaşı oyunun alt yapısıdır.


Biz farkında bile olmadan hayatımızı belirleyen inanılmaz rastlantılar zincirleriyle sarılmış bir evrene doğduk gibi geliyor.



Hepimiz homo sapiens (düşünen insan) tanımını biliyoruz ama yeni dünya bunun tanımına homo ludens(oyuncu insan) tanımını çoktan eklemiş bile.*


Hayatın ince ayrıntılarını bir şekilde kendimiz yazıyoruz. Kendimizce kararlar alıyoruz. Oyunun bir sonraki sahnesinde hayatımızda neler olacağını kendimiz belirliyoruz. Bazen doğru, bazen yanlış tabii ki. Sonsuz deneme yanılmayla ilerliyoruz. İşte bu aldığımız kararlar etkiliyor hayatımızdaki başrol oyunculuğumuzu ve bize eşlik edecek esas insanları.

Evet; Hayat bir oyun dersek, dünya sahnesine ne zaman çıkıp rolümüzü kimlerle oynamaya başlayacağımız, zaman içinde hayatımıza kimlerin girip çıkacağı, neler oynayacağımız belli. Ama yaşam ayrıntılarda gizlidir. Bilenler ve bunun farkında olanlar için hayat ayrıntıdır.  Ve bu ayrıntıların yazarı da kader değil, Kendimiziz.

İşte bu yüzden.Hayatı ayrıntılarda yaşayıp, ayrıntılarda ki farklılıkları tadıp, ayrıntılardaki mutluluğu aramalıyız. Çünkü yaşam senaryomuzun yazarı biziz.
Bir garip hayalle başlayıp, bir an varken bir an yokoluşun, bir an burdayken bir an sonra bilinmezlere açılan perdelerin gizemi bu sahne.




Şimdi benim temsilime bakalım ama siz aynı zamanda kendinizinkini düşünün. 

Oyunumun senaryosu elime verildiği an;

Sahne 1

Güzel ve keyifli bir çocukluk
Kayıt altına almaya değer hiçbir travma yok sadece doğal sürecinde kardeş kıskançlığı. Ye, iç, gül, sevil.


Sahne 15
Genç kızlık 
Süreç nefis, ergen tavırlar, aşk meşk işleri, kavgalar, ayrılışlar, çarpıntılar, aidiyet arayışları. Gene kayda değer bir travma yok.

Sahne 30 küsürler
Derken yetişkinlik ve kocaman bir espiri... Hem de bir değil iki tane.
Önce ikiz annesi olma gururu sonra yalnızlığa terk edilme senaryosu.
Travma kocaman. İçinde savaş var, acı var, sevgi var, destek var.
Birileri giriyor hayatına ve hepsi ayrı yerlere dokunuyor. Kiminin ki acıtıyor kiminin ki yüceltiyor. Ama öyle birileri var ki yerleri bambaşka oluyor. Onlar senaryoya eklenen süprizler.

Sahne 40 küsürler

Gelip karşımda durdu. 
Elimi uzattım, sevgiyle tuttu. 
Bir daha asla unutamayacağım o gülümseyişini ilk gördüğümde yüreğime ateş düştü. Karmaşık dağ yollarında kaybolduktan sonra ansızın dönemeçte denizle burun buruna gelmek gibi... 
Yüreğim seviyorsan söylesene dedi, 
Söyleyemedim. Sustum bekledim.
Anlaşılır sandım, saçmaymış. 
Anlaşılmak için ifade lazımmış.
Karnımda bir kasılma, korkmaya başladım. Korktum çünkü, söylerim büyüsü kaçar, yokolur diye.
Bu ikilemle yaşamaktansa kaçsam dedim ve 10dk ara.


Fuaye kalabalık.  Benim gibi senaryolarda rol alan çok.  Sıra senin diyorlar çıkıyorsun...
Aaaa bir baktın eline başka replikler verilmiş...
Yok canım, yanlış oyun diyorsun. Sert tavırlarla "Oyna" diyorlar.


Saçmalamayın ya bu benim rolüm değil ki ben tam o adama aşık olduğumu söylemeyi düşünüyordum diyorum. 

Diyorum da dinleyen yok. Sonunda teslim olup verileni oynuyorum tabii ki.

Bahçede oturuyorum, elimde bir kadeh şarap. Şu hayat ne garip derken buluyorum kendimi. Insan içinden çıkamadığı bir duruma düşüyor ve ne kadar uğraşsada denizin karanlıklarına doğru çekilirken birden bir şey oluyor, hiç beklenmedik bir anda hayata dönüyorsun. O karanlıklara inerken, perde inecek ve her şey bambaşka bir anlam kazanacak sanıyorsun. Perde inmeden önce öyle çok söz, hareket ve eylem var ki yapılması gereken sıraya koysan listeler yetmez hissine kapılıyorsun.
Ya perde açılırken yüklenen anlamlar ve toplumun oluşturduğu sahte düzen... Perde açık durdukca sürekli herşey değişiyor, dönüşüyor, farklılaşıyor.

   
"Her oyuncu hayatın ona dağıttığı kartları kabul etmelidir. Ama bir kere kartları eline aldığında, oyunu kazanmak için nasıl kullanması gerektiğine kendisi karar verir.Payımıza düşen kartlar kaderimizse, kazanmak için onlarla yapacağımız hamleler bizim irademizdir," demis Voltaire, doğru demiş!



Ve perde...
Sahne 44
Kız elinde şarap bardağı...


*Johan Huizinga
oyuncu İnsan (Homo Ludens : Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme, Çeviren : Mehmet Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları, 2010)